ANNEM HAVVA 20.12.2019 10:40:33

Anasayfa/ Anılar

ANNEM HAVVA

Annemin babadan dedesi OSMAN ve beraberindekiler, 1977-1978 de “93 Harbi” denen ve Ruslar’ın batıda İstanbul Yeşilköy’e, doğuda da Giresun-Tirebolu yakınlarındaki Harşit Çayı’na kadar istila ettikleri Osmanlı-Rus savaşında o sıralar bir Osmanlı vilayeti olan Batum’un 30 km kuzeyindeki ÇÜREKSU’dan (şimdiki adı Kobuleti’dir) Çürüksulu Ali Paşa’nın organizasyonunda, gemi ile o yılarda Trabzon’un bir ilçesi olan Ordu sahiline gelmişler/getirilmişlerdir.

Ordu sahillerine getirilmişlerdir’ dememin sebebi, büyüklerin anlattığına göre Batum’dan Müslüman muhacirleri taşıyan gemiler, getirdikleri muhacirleri “güvenli sahillere” bırakıp, arkada kalanları kurtarmak üzere hemen geriye dönerlermiş. Osmanlı beldelerinde ise harplerden kaynaklanan ciddi bir çöküntü ve mali imkansızlıklar dönemi yaşanmakta olduğundan azalan insan kaynağını güçlendirmek için, güvenilir grupların göçüp gelmesi çok istense de gelen muhacirlerle yer yer hiç ilgilenilemez, iskanları için özel bir çaba sarf edilemezmiş. Buna karşılık gelen muhacirler de Müslüman kardeşlerinin beldesine, güvenli bölgelere ulaşmış olduklarına şükreder, iskanla ilgili ilgisizliği dert etmezler, kendi başlarının çaresine bakalarmış.

Yine dikkat çeken bir başka husus; Karadeniz sahillerine gelen muhacirler, sahilleri çok güvenli bulmaz, iç kısımlara yerleşmeyi tercih ederlermiş. Zira sahiller zaman zaman Rus savaş gemilerinin top atışı saldırılarına maruz kalırmış. (1)*                                                                                        

 -------------------------------------------------------

(1)*                                                                                                                                                  

uRusun gemuleru

Bir ileru bir geru

Bir ileri bir geru

Kör olasun uRusya

Ağlattun gelunleru

Ağlattun gelunleru

uRusya acı vatan

Adama hiç gülmeyu

Adama hiç gülmeyu

Nedendur bilemedum

Bazularu dönmeyu…

Bazularu dönmeyu…

türküsü bu tedirginliğin, bu tarihi gerçeğin söze, kültüre yansımasıdır.

(Not: Son yıllarda hiçbir tarihi gerçekle bağdaşmaz şekilde bu türkü dejenere edilerek ‘uRusya gemuleru’ mısrası ‘Alaman gemuleru’ şekline dönüştürülmüştür.)

----------------------------------------------------------

Nitekim, büyük dedem Molla Osman ve beraberindekiler de sahilden uzaklaşmayı iç kesimlerde bir yurt edinmeyi tercih etmişler. Ormanlık alanlarda, içerilere yükseklere doğru ilerlerken ‘toprağın iyisini bulmak için’ henüz küçük olan ağaç ve fidanlara asıldıklarında, köküyle toprağıyla beraber kolay sökülmezse ‘o toprağın iyi olmadığına’ hükmedip yola devam ederlermiş. Sonunda Ordu’nun (Perşembe İlçesi’nin) 23 kilometre güneyinde ve içerilerde kalan, şimdiki adı SELİMİYE o zamanki adı KURŞUNÇALI olan köyde ‘aradıkları toprağı’ bulup, oraya yerleşmişler. Çok sonraki yıllarda bile ‘ele gelen toprağı’ bulana kadar gidip, sahilden ‘medeniyetten’ uzaklaşmaları, kendilerine şakalı alaylı takılmalara sebep oluyordu.

Annemin babadan dedesi OSMAN’ın Anadolu’ya geldikten sonra 4’ü erkek 1’i kız 5 çocuğu olmuş.

1888-1889 doğumlu olması gereken annemin babası HÜSEYİN Dedem, 1907’de yine 93 Harbinde Batum’dan gelerek Ordu’nun Fatsa İlçesi’nin Kabakdağı Köyü’ne yerleşmiş olan “KATAMİZE” (Tavukçuoğlu) lakaplı Mehmet ve Havva’nın kızı FADİME  isimli ninem ile evlendirilmiş. Bu evlilikten, ilk önce 1908’de MEHMET (dayım) isimli oğulları olmuş. Ninem Fadime ikinci çocuğu annem HAVVA’ya hamile iken dedem HÜSEYİN 1910’da askere çağrılmış ve Yemen’e gönderilmiş. Kendisinden daha sonra hiç haber alınamamış ve ‘şehit’ olduğuna hükmedilmiştir. (İnşallah şehitlerdendir.) (YEMEN-YEMEN HARBİ-YEMEN ŞEHİTLERİ-YEMEN TÜRKÜSÜ bu kitabın ‘Makaleler’ bölümünde sunulmaktadır.)

Annem HAVVA, 1910’un ortalarında dünyaya gelmiştir. Yemen’e giden babası annemi hiç görememiş annem de babasını görmeden büyümüştür. 21-22 yaşlarında dul kalan ninem FADİME, MEHMET Dayım üç, annem ise daha bir buçuk yaşında iken, -çocuklarından ayrılmanın büyük üzüntüleri içerisinde- Fatsa’nın Kabakdağı Köyü’ndeki babası Mehmet’in evine gönderilmiş. Bu gönderilmede, annemi büyüten amcası Ali Dede’min hanımının rolü olmuş olabilir. Zira annem, Ali Amcasını sık sık andığı halde hanım yengesini pek anmazdı. Sanki dile getirmediği bir kırgınlığı var gibiydi.

Fadime Ninem daha sonra, Ordu’nun Korgan İlçesi’nin bir köyünde çiftçilik yapan biriyle evlendirilmiştir. Bu evlilikten -sonraları seyrek de olsa görüştüğümüz- 3 üvey teyzemiz olmuş. FADİME Ninem, daha 47 yaşında iken -ilk 2 çocuğuna hasret yaşadığı dünyadan- ebedi aleme göçmüş. Hayatta iken Mehmet Dayım zaman zaman ziyaretine gidermiş, kendisi de annem evlendikten sonra Akkise Köyü’ne birkaç sefer ziyarete gelmiş.

Anneleri gönderildikten sonra, bebek yaşta babasızlıktan sonra bir de annesiz kalan annemle Mehmet Dayımı, amcaları Molla Süleyman ve Molla Ali Dedemler, Kurşunçalı Köyü’nde himaye etmiş, şefkatle büyütmüşler. Mehmet Dayım (2)* ve annem, hem babasız hem annesiz kaldıklarından nüfus kütüğüne gecikmeli olarak, - o devirde çokça görüldüğü üzere - ikinci amcaları Hasan ve onun eşi Servi’nin üstüne yazdırılmışlar. Bu Hasan Dedem bir kızı olduktan sonra 1912 Balkan Harbi’ne çağırılmış ve orada o da ‘şehitler kervanına’ katılmıştır. Eşi Servi ise, ağır üzüntülerle 1928 yılında 36 yaşında iken vefat etmiş.                                    

-------------------------------------------------------

 (2)*: MEHMET Dayım; 1908 doğumlu olup, çocukluk yıllarını Kurşunçalı Köyü’nde -annemle birlikte- amcalarının yanında geçirmiş. Daha sonra Ali Dedem, Kurşunçalı Köyü’nde kalırken annemin diğer büyük amcası Molla Süleyman Dedem ve onun çocukları ile birlikte Mehmet Dayım da arazisi yeni yerleşimlere pek elverişli olmayan Kurşunçalı Köyü’nü terk edip, 1928’de devletin tahsis ettiği, ormandan kazanılma, Ordu’ya bağlı -ve daha yakın- (18 km), şimdiki adı GÜNÖREN (bir önceki adı TEPEKÖY olan) köye yerleşmişlerdir. Tepeköy’de evlenen, yurt yuva kuran dayımın 3’ü erkek 2’si kız 5 çocuğu olmuştur. 1987 yılında 79 yaşında vefat eden Mehmet Dayım, sık sık misafirimiz olur bizleri çok severdi. Biz de kendilerini sık sık ziyarete giderdik. Kendisini çok sevip sayardık. Çalışkan, misafirperver, dindar, oturup kalkması bile bir farklı, edep ve haya timsali, çok nazik, çok beyefendi bir insandı.

------------------------------------------------------

ÖKSÜZLÜK-YETİMLİK DÖNEMİ ve EVLENMESİ

Bebeklik yaşlarında babasız annesiz kalan annem Havva, ağabeyi Mehmet Dayımla beraber amcalarının yanında büyümekte iken, amcalarımdan gördüğü şefkati herkesten göremese de çocukluğunu yalın ayak, dağlarda, dere kenarlarında hayvan otlatarak geçirse de namaz dualarını 7 yaşında iken öğrenmiş, o yaşta namaza başlamış. (Hayatında ‘teheccüt ve nafileler’ dahil, namazını hiç bırakmamıştır.) O ıssız dağlarda derelerde ‘Allah’a sığınmalı’ büyümesinin etkisiyle olsa gerek, karanlık gecelerde, köyümüzün ıssızlığında tarladan bir şey getirilecekse bir yere gidilecekse hiç korkmadan yalnız olarak gidebiliyordu.

Annem HAVVA, 1927 yılında 17 yaşlarında iken, amcası Kurşunçalı Köyü’ndeki Molla Ali Dedem’in yanından gelin edilerek babam İLYAS ile evlendirilmiş. Babam o sıralar 16/16,5 yaşlarında imiş ve annesiz babasız büyüyen, ‘yeni yetme’ bir gençmiş. Annem 6 -12 ay arası kadar babamdan büyükmüş.

Babam ile ilgili bölümde de -aynen- geçtiği üzere, hem babamı hem de annemin amcası Ali Dedem’i tanıyan birisi, annemi görünce ‘bu İlyas’a münasip’ deyip -babamdan habersiz- amcasından annemi istiyor. Onlar da veriyorlar. Bir küçük sandık ve bir kat yatak beraberinde annemi ata bindirip (AKKİSE) köyümüze getiriyorlar. Hem öksüz hem yetim olan babamla annemin düğünlerini yapan olmamış. Savaşlar ve hastalıklar -adeta- ne dede, baba bırakmış ne de amca, dayı, ağabey... Nikahları kıyılıp evlendirilmişler. Bu evlilikten 14 çocukları olmuş. 4 tanesi bebekken vefat etmiş. Hayatta kalan 4’ü erkek 6’sı da kız olmak üzere 10 çocuklarını büyüyüp ev yurt sahibi yapmışlar. Evlatlar, gelinler, damatlar, torunlar, torundan torunlar… olmak üzere, 2018 yılı itibariyle, Allah onları 220 kadar nüfusa ulaştırmış.

FEDAKARLIK TİMSALİ, AİLEMİZİN MUHAFIZI,

GÖNLÜMÜZÜN SULTANI ANNEM

Annem HAVVA, çocuklarının fedakarlık timsali bir annesi, ilk eğitmeni, evlatlarının gönüllerine taht kurmuş bir sultanımız idi. Nice sıkıntılara cefalara rağmen, evin direği olarak ömrünün sonuna kadar yuvanın muhafızı ve idame ettiricisi olmuştur.

40 dönüm (dekar) kadar tarlamız, bahçemiz, evimizin yanında ‘pancarlığımız’ vardı. Türlü türlü meyve ağaçlarımız yetiştirilmişti. Hayvanlarımız (inek, öküz, koyun, at, köpek, kedi, tavuk…) vardı. Tarla işlerinde, hayvanların bakımında annemin büyük emekleri oluyordu. Hayvanların her birine karşı çok ayrı bir sevgi ve ilgisi vardı. Bakımlarını, doyurulmalarını hiç ihmal etmez, her birine güzel birer isim koyardı; Sarıkız, Karakız, Nergiz, Altın, Alaman, Karabaş, Pamuk, Yumak, Fındık… (Bu Fındık köpek, dişleri ile fındığı kırar, ayıklar ve güzelce içini yerdi, seyirlik bir hali vardı.) Dana düve inek ve atlara çeşitli ‘süs’ler takardı. Onları sever okşar, adeta karşılıklı konuşurlardı. Onlar da kendilerini sevdirmek için, özel olarak gelip anneme sürtünürlerdi. Bir de “MAŞANDOZ”umuz vardı ki o köpeğimizin de yine annemle bağlantılı orijinal hikâyesi meşhurdu. (Bu kitabın ‘Hikayeler’ bölümündeki; Maşandoz’un Hikayesi’ne bakabilirsiniz.) 

Meyvelerin dışında, evimizin hemen çevresindeki ‘pancarlık’ dediğimiz sebzelikte, çeşit çeşit sebzeler yetiştirilir kalabalık nüfus buralardan beslenirdi. Sofraya ancak yanlamasına oturarak sığışabilir, ortak kaba kaşık sallamak için birbirimizden sıra beklerdik. ‘Yiyip doyduğumuzu gören’ babamızın annemizin yüzlerinde mutluluk belirtileri fark edilirdi.

Babam ‘İLYAS USTA’, çalışkan becerikli evinin geçimi için gayret eden... bir baba olarak, evimize nafaka temini için köyümüzde başka köylerde bazen de gurbetlerde ‘inşaat ustalığı’ yaparken, annem de ev odaklı yakın dairedeki imkânları elinden geldiğince -hatta fazlasıyla- değerlendirmeye çaba sarf ederdi.

Evimizde çoğu zaman misafir eksik olmazdı. (3)*Köyümüz Ordu’ya 12 km idi. Ordu’ya 18 km uzaklıktaki dayı tarafımızın haftada iki haftada ayda bir gittikleri Ordu pazarı yolunda, ortada bir yerde idik. 1950-1955’lere kadar yaya gidip gelirlerdi. Pazara giderken, bir gece gidişte bir gece de dönüşte misafirimiz olurlardı. ‘Dayı’ deyince, sadece annemin öz ağabeyi MEHMET Dayım anlaşılmasın; Molla Ali ve Mola Süleyman Dedelerimizin bütün oğulları bizim ‘dayımızdı’. Süleyman ve Ali Dede’lerimizin toplam 9 erkek 5 kızları vardı. Zamanla büyüyen ikinci üçüncü kuşak da ‘dayı tarafımızdı’. Bir de evimizin damatları, gelinleri, torunları devreye girince, ev misafirsiz kalmaz, nitekim annem bu durumu memnuniyet anlamında -”göl yeri susuz kalmaz…” diye tarif ederdi. (4)*Annem misafire ikramdan, babam -bazen  borç altına girse de- gereken erzakı getirmekten zevk duyarlardı.

----------------------------------------------------------

3)* : ‘Evimiz yol kenarında idi ve annem, adeta ‘yoldan geçene’ yemek verirdi. ‘Yemeğini yemeyen yoktu’ diyebilirim. Annemin bir yemek hatırasını unutamıyorum; 7-8 yaşlarında bir çocukken, küçük bacım Gülsüm 3-4 yaşlarında ve evde annemle üçümüz varken bir gece kapımız çalındı. Açtık, baktık ki annemin çocukluğundan, gençliğinden tanıdığı, bizce de ismi bilinen o sıralar yol kesme, gasp, darp (belki de cinayet) vb. işlerle ilgili sık sık adı geçen, hapishane kaçkını, jandarmanın aradığı, jandarmadan kaçarken yediği kurşunun etkisiyle bir ayağından topallayan, bir omuzu diğerine göre birkaç santim aşağıda, üzerindeki normalden daha uzun ceketi eğrelti duran, devamlı kaçak yaşamanın, belki de hep dağlarda taşlarda tarlalarda yatmanın bitkinliği, yıpranmışlığı altında acınası bir durumu olan, hapishanelerde gördüğü işkencelerden dolayı yüzünde yara bere izleri bulunan, iri yapılı, 35-40 yaşlarında, karşı Yavuzlu Köyü’nden, Hışıroğlu Aziz (HIŞIR: Eski, püskü, yıpranıp parçalanmış anlamındadır.) evimize girdi. “Hava Teyze, ben açım, bana yemek ver...” dedi. Biz korkudan birer kenara büzüldük. Annem, namlı eşkıya Aziz’e bir sofra hazırladı, doyurdu. Sonra; “Aziz oğlum biz, çocuklar, senden korkuyoruz. Artık sen gitsen…” dedi. Aziz de yemeğe teşekkür etti, gecenin karanlığında kayboldu gitti.

(4)* : “Göl yeri susuz kalmaz.” sözünün dışında annemin, yeri geldikçe kullandığı bazı başka güzel atasözleri de vardı. İlk aklıma gelenler; “Hak doğrunun yardımcısıdır.” “Dilencinin kapısı bir tane olsa acından ölür.” “Kör kuşun yuvasını Allah yapar.” “Meyveli ağaca (meyvesinden istifade için) taş atan çok olur.” “Ne ekersen onu biçersin.” “Tarlada izi olmayanın sofrada gözü olmaz.” “Oğlan yedi oyuna gitti, çoban yedi koyuna...” gibi. Ziyankarlık yapan bir hayvanımıza veya birine kızdığında da en fazla “adı batasıca!..” diye tepki verirdi.

-------------------------------------------------------

Misafirden rahatsızlık duyulduğunu hiç hissetmemişimdir, arkalarından konuşulduğuna hiç şahit olmamışımdır.

Evlatlarının, torunlarının hepsine yetip de artan bir sevgileri vardı. (5)*Annem, büyüttüğü 10 çocuğundan önce, gelin geldiğinde 12 yaşında olan, babamın şehit Ramiz abisinden yeğeni Ayşe ile, Asiye halamın kızı Şahinde ablalarımıza da analık etmiş, bakıp büyütmüş, evimizden gelin etmiş. (Kendi çeyizini getirdiği küçük sandığı Şahinde abla’mıza çeyiz sandığı olarak vermiş.)

----------------------------------------------------------

(5)*: Evlat sevgisi’ deyince hatırladım; Yukarıda geçtiği üzere anne/babamın yaşayan 10 çocuklarının haricinde 4 tane de bebekken vefat eden çocukları olduğuna değinmiştim. Bunlardan birisi, (Feride isimli olan) 2 yaşına yaklaştığı sırada hastalanmış, kurtarılamamış, vefat etmiş. Yani tam dilinin çözüldüğü, sevip koklanacak bir döneminde… Annem ona çok üzülmüş, çok ağlamış. Feride’sini vefatından sonra hemen her gece rüyasında görürmüş. Bir gün, bunca yaşayan çocuğunun yanında, -nasıl bir sevgi ise- Feride’si için çok ağlamış, sular gibi yaşlar akıtmış. O gece rüyasında, Feride’sini son olarak; “sular içinde yürüyüp, uzaklaştığını ve gözden kaybolduğunu” görüyor ve bir daha da rüyasında göremiyor.

Annem bu hali; ‘ne kadar çok sevsen de bir ölüme aşırı üzülmenin, kadere isyan manasına geldiğinden ve Allah’ın hoşuna gitmeyen bir hareket’ olduğundan, rüyada görme tesellisi de elinden alınıp, bir nevi cezalandırıldığına yorardı. Feride bacımın mezarını, sanki çocukluğumdan hatırlıyor gibiyim. Köy kabristanında, Ali Dedem’le birlikte, hemen yol kenarında idi. ‘Araba yolu’ genişletilirken Ali Dedem’in kemikleri kendi bahçemizin bir kenarında oluşturulan aile kabristanımıza nakledildi. Ancak, -ihtimal- tamamen toprak olan Feride’nin körpe kemiklerine rastlanamamış olacak ki o küçük kabir kaybolup gitti. ‘Görüp görüp anası daha fazla üzülmesin’ diye, belki Allah (cc), O’nun mezarının da kaybolmasını murat etti.

----------------------------------------------------------

Yaşlılığında -kırılmamak mümkün olmayan- bazı horlanma durumlarına düşse de; yıllar sonra seyrek geldiği oğul evinde ‘iki günlük misafirliğine tahammül edemeyen’, yataklara düştüğü dönemde yanına bir bardak su koyup saatlerce ‘bir isteği olup olmadığını sormayan’ gelinleri olsa da, hiç kimseyi -evlatlar bir yana hiçbir gelinini veya damadını- kınayan tek bir kelimesini hatırlamıyorum. Herhalde herkesin hesabını, her şeyi GÖREN’e havale eder, o havaleyi bile dillendirmezdi.

Sadece, orta yaşlılık dönemlerinde, bazı samimi bulduğu güvendiği komşu akraba kadınlara bazen babamı şikâyet ettiği olmuş. Onu da bize hiç belli etmezdi, sonradan duymuşuzdur.

Okuma yazmayı, evlendikten sonra babamla birlikte gittikleri köy okulundaki kursta öğrenmiş. Yani diplomasızdı. Ama diğer çağdaşları gibi Osmanlı kültürünün yaşayan örnekleri idiler. Saygılı, ağırbaşlı, sadakatli, şefkatli, çalışkan, oturup kalkmaları konuşmaları bir başka... olan edep/adap timsali insanlardı. Hitap şekilleri hep “Efendi Abi”, “Efendi Enişte”, “Hanım Yenge”, “Hanım Abla”, “Mehmet Efendi”… şeklinde idi. Annem babamla konuşacağı, bir şey isteyeceği veya  soracağı zaman ise söze bazen ‘İlyas Usta’, çoğu zaman da ‘Gocaman… (Kocaman)’ diye başlardı. Kocaya hitap ederken kullanılan bu ‘Gocaman’ ifadesi, bizim taraflarda -diğer birçok kadınca da kullanılan- yaygın bir hitap şekli idi. 

Annem bizlerin ilk eğitmeni idi. Okula başladıktan sonra genellikle yaz tatillerinde camide açılan Kur’an ve dua öğrenme kursuna gönderilirdik. Ancak namazı sevdirmek, teşvik etmek annemin işiydi. Mutfağın tereğindeki kapları gösterip; ‘’biz yaşlıların namazı bu bakır kaplarda altlarda, senin kılacağın namazlar (ın sevabı) da altın kaplarda en üst raflarda saklanıyormuş…” diye özendirir, sevdirirdi. Hele ramazanlar ayrıca değerlendirilirdi. Boyumdan yüksek karlı gecelerde, bata çıka, bir kilometre kadar uzaklıktaki camiye yalnız da olsam teravihe gitmekten çok haz duyardım.

Kendisi de çok dindardı. 7 yaşından itibaren 5 vakit namazını ve belli başlı günlük nafile namazlarını hiç terk etmemiş. Son yıllarında ayakta duramaz hale gelince, yatakta oturarak, en son dönemlerinde de yattığı yerden ima ile kılardı

Çocukluk dönemimi hayalimde canlandırıyorum; Annem, genellikle geniş mutfağımızda namaz kılarken, arada bir beşiğe, taşmasın diye ocaktaki süte tencereye, bir sakarlık yapmasın diye kediye, yaramazlık yapıyorsak bize… bakardı. Hoşuna gitmeyen bir şey olursa -mesela kediye karşı dikkatimizi çekmek istiyorsa- duaları duyuracak şekilde yüksek sesle okumaya başlardı… Biz onun bir şey demek istediğini anlardık. ‘Namazda iken bu bir yerlere bakması’ nedeniyle, babam bazen kendisine duyurarak; “bunun namazı kabul olmaz” derdi. Annem babamın bu takılmalarına aldırış etmezdi. Aslında babam da -hepimiz gibi- annemin dindarlığını, dervişliğini... -belli etmemeye çalışsa da- çok takdir ederdi..

Elden ayaktan düştüğü dönem hariç, annemi sabah gün doğumundan sonra yatarken hiç görmemişimdir. Aslında, gece hepimizden sonra yattığı için, -yine o ihtiyarlık zamanlarından önce- yattığını da hiç mi hiç hatırlamıyorum.  Çalar saat kullanılmadığı zamanlarda bile, hiç yanılmadan imsak vaktinden önce kalkar, sahur yemeğini hazırlar, sonra ev halkını kaldırırdı. (Sahurun bittiğini, imsak saatinin başladığını, karanlık ahırda karanlık kümeste, -şafağın attığını- hiç aksatmadan, yanılmadan haber veren -geçmiş ve gelecek zamanların ‘muvakkidi’- bir horozumuz her zaman olurdu.)  Normal zamanlarda yine erken kalkar, pancarlıktan toplanacakları toplar, pişirir taşırır, hayvanları ahırdan çıkarır onları doyurur, -çok geç kalmadan kahvaltı ve günlük işlere koyulmak üzere- bizleri kaldırırdı. Sabah uyandırması bile, severek şarkı nağmeleri söyleyerek olurdu. Beni genellikle “Hasan Ali Güzel kalk! Sabah oldu!..” ifadeleri ve “Sabah güneşi doğdu aynalı konaklara…” nağmeleriyle kaldırırdı. Unutamıyorum. Sesi güzeldi.

Bu son araştırmalarımda, annemin gençliğinde iyi akordeon çaldığını öğrendim. Hatta komşu akraba düğülerinde, kadınlar arası eğlencelerde annem akordeon çalar, hep beraber ezgiler söylerlermiş. Kendisinden bu kabiliyeti ile ilgili hiçbir şey duymamıştım. Zaten ben, kendisinin yaşayan sekizinci çocuğu idim. Olayları idrak etmeye başladığımda 9’uncu ve 10’uncu kardeşlerim de olmuştu, hatta torunlar da doluşmaya başlamıştı. (Birinci ve ikinci torun en küçük kardeşimden, yani ‘Şinasi Dayılarından’ büyüktüler. Birinci torun, Firdevs, bir küçüğüm Gülsüm Teyzesinden iki yaş büyüktü.) Dolayısıyla annemin yükü arttıkça arttığı bir dönemdi. Dünya yorgunluklarının etkisi mi, çok bilinmesi gerekli bir hatıra olarak görmediğinden mi, ölen sabilerinin, Feride’sinin (5)*etkisiyle mi… mazideki bu akerdeon konusuna hiç girmemişti. Zaten anamın, bir gün de oturup arkasına yaslanıp gülüp konuştuğuna, malayani konulara girdiğine şahit olmamışımdır. Ama bazen latifeli takılmaları olurdu.

Annem bazen sürpriz yapmayı da severdi. Bir gün Almanya’dan gelen bir komşumuzda gördüğü fotoğraf makinesini satın alıp, hırkasının içine gizleyerek “ne getirdiğimi bilemezsin!..” diyerek beni sevindirdi. O sıralar Perşembe İlköğretmen Okulu’nda okuyordum. Bana zaman zaman; “oğlum ileride çocuğun erkek olursa babamın ismini koy” derdi. Ben de ilk oğluma annemin babası, “HÜSEYİN” Dedemin ismini koydum, ben de anneme sürpriz yaptım; “Bil bakalım ismini ne koydum ?..” dedim. Çok memnun oldu, çok sevindi.

Evimizin terzisi, dokuma ustasıydı. Donumuzu, iç atletimizi (var mıydı?) gömleklerimizi entarilerimizi, okul önlüğümüzü yakalığımızı, pantolonumuzu… o dikerdi. Çorabımızı, kazağımızı, eldivenimizi, takkemizi, kışlık başlığımızı… yünden o örerdi. Perdeler, perde eteğindeki oyalar, yastık başı oyalar, yastık, yorgan, döşek yapmalar… hepsini becerir, hepsine yeterdi.

Annem adeta bir ‘köy’ hekimi idi. Çocuğu, hayvanı hastalanan, sütten kesilen, çocuğunun yürümesi konuşması geciken, çıbanı siğili olan, ‘başı ağrıyan’ anneme gelirdi. (Diş çekilecekse, o işi de babam yapardı.) Annem de onlara -dualar eşliğinde,- bitkilerden, otlardan, yapraklardan, hayvansal ürünlerden... bir şeyler yapar verirdi. Hele ‘nazar duası okuması’ çok meşhurdu. Nazarlanan çocuğu veya hayvanı annemin yanına getirirler veya ekmeğe, suya, tuza dua okutup götürürlerdi. Nazar okurken bazen üzerine bir süre ağırlık çöker, peş peşe esnemeleri olur, bazen de istem dışı gözlerinden şıpır şıpır yaşlar akardı. Bu hal, kime okunuyorsa onun gerçekten nazarlandığının alameti idi. Dua sonrası ferahlaması da, nazarın etkisinin -Allah’ın izni ile- artık yok edildiğinin işareti sayılırdı. O çevremizin; ‘Hava Ablası, Hava Teyzesi, Hava Annesi’... idi.

Yorucu, meşakkatli hayatını genellikle sağlıklı geçirdi. Önemli bir hastalığı olmadı. Ancak çok defa başı ağrırdı, alnına yazma ile yeşil, iri taflan (karayemiş) yaprağı sarardı. Başımız ağrıdığında bizlere de -dualar okuyarak- aynı yapraktan sarar, birkaç saat sonra başımızın ağrısı geçerdi. Bir de yaşlılığında -çok üşüdüğünden olmalı- kat kat giyinir oldu, öyle ki bir seferde giyindikleri, çamaşır makinesinin kazanını iki sefer doldurabilirdi. 50 yaşlarına doğru takma diş kullanmaya başlamıştı. 80 yaşlarında beli büküldü, kulakları ağırlaştı son iki yılında hiç duyamaz oldu, ama hiç gözlük kullanmadı, vefatına kadar ‘iğneye ipliği geçirirdi’.

Yaklaşık 80 yaşına kadar köyümüzü terk etmedi. Babamın 1989’da vefatından önce köyde birlikte yaşarlarken, belli başlı işleri (babamın ve kendisinin bakımı, -zaten kedi köpek ve belki biraz da tavuk kaldıysa o- hayvanların bakımı, pancarlık işleri, misafirleri ağırlama…) yapmaya devam ediyordu. Ancak babamın vefatından sonra hızlı çöküş yaşadı. Ömrünü geçirdiği ve çok sevdiği köyü terk etmek zorunda kaldı. ‘Yapacak iş’ ve yalnız yaşama imkanı kalmamıştı. Değişken evlerde “…sen otur…sen yat…” dönemi başladı. O sıralar seyrek de olsa -tarzı değilse de- bazen “aaah, ah!.. “Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş!” darb-ı meselini demeden edemezdi. O dönem aynı zamanda boş zamanlarının bir kısmını pencere önlerinde oturup “evlatlardan torunlardan gelen var mı…?” diye yollara baktığı dönemleridir.

Son yıllarını kısmen en küçük kardeşimin kısmen de kız kardeşlerimin yanında geçirdi. Ömrünün son aylarında kendisine çok iyi bakılan Ayten ablam ve Ferhat eniştemin (6)*yanında kaldı. 18.01.1997 tarihinde, 87 yaşında, Ordu Devlet Hastanesi’nde vefa etti. (7)*Akkise Köyü’müzdeki aile kabristanımıza tevdi edildi.                                                                                                          -------------------------------------------------------

(6)*: Bu FERHAT ENİŞTEM; Çok konuşan, sözünü kimseden esirgemeyen birisi idi. Ancak çok misafirperverdi. Ablamın da içten desteği ile misafirlerini haftalarca evinde ağırlardı da misafirlerinde de ev sahibinde de bir sıkılma emaresi görülmezdi.

Çok eleştirici, karşısındakinin hatalarını hemen ve çekinmeden yüzüne karşı hatırlatıcı konuşmalarından dolayı olsa gerek, kendisine “… senin cenazeni kılan olmaz…” diye takılanlar olurdu. Misafirperver, ahir ömründe anneme de çok iyi bakıp rahat ettiren bu eniştem, Hac ibadeti için gittiği Mekke’de, 06.09.2016’da kalp krizinden vefat etti. Cenazesini iki milyon hacı kılmış, kıldıran da Kabe’nin imamı imiş. Kabri Mekke’de, (Şehir Mezarlığı anlamındaki) Merkad-ül Şeria’dadır.

(7)*: Son nefesini vermeden önce -herhalde bütün evlatlarını tek tek sessizce aklından geçirirken, sıra bize gelmiş olmalı ki-  irade dışı sesli olarak Ayten Abla’mın ve (3 sefer de) benim ismimi anmış. “Kelime-i Şahadet getirmeli değil miydi” denirse, annemin yaşantısının bütünü zaten Kelime-i Şahadet’in tezahürü idi.

Son nefesinde, uzun süredir başından hiç ayrılmayan Naime Ablam vardı. Halen dört yıldır koma hali seviyesinde hasta yatan Naime Ablamın başından da evlatları hiç ayrılmıyorlar.

-------------------------------------------------------

Çok değerli çok sevdiğim annemi, kendi evimde bakabilme ortamı oluşturamadım. Ama hayatta olduğu sürece en geç 3 ayda bir mutlaka Ordu’ya veya bulunduğu yere ziyaretine gider, 2-3 gün yanında kalıp, dizine yatıp, elimden geldiğince -yapabileceğim kadarıyla- ihtiyaçlarını karşılayıp, özlem giderip, bol bol duasını alıp Ankara’ya dönerdim. Dualarının faydasını çok hissetmiş çok görmüşümdür. “Şu dualarının biri bile tutsa bana yeter’” diye latife yapardım kendisine. Ve o duaları aldıktan sonra -hafiflemiş olarak, kendimi uçuyor gibi hissederek- geriye dönerdim.

Hayatımda gözlemleyerek atlattığım badireler, kazalar oldu. Bir de çok sonradan farkına vardığım, bazen için için, bazen hıçkıra hıçkıra ağlatan büyük tehlikeler geçirmişim. Allah’ın beni koruyup himaye etmesinde, kesinlikle annemin ve babamın dualarının tesiri olduğuna inanıyorum. Bir de “bana hiç kimsenin kötülük edemeyeceğine, niyet edenlerin başaramayacaklarına, kötü niyetlerinin başlarına döneceğine, sonuç itibariyle işlerimin hep rast gideceğine” dair ‘kısmen garip’ bir inancım vardır. Tasavvufta şeyhlerin, ‘müridlerini -Allah’ın izniyle- kazalara kötülere düşmanlara karşı tasarruf altında tuttuğu…’ rivayetinin benzeri bir şekilde, ben de annemin ve babamın -kabul görmüş dualarına dayanarak- kendimi hep Allah’ın (cc) koruması altında hissetmişimdir. Halen de hissediyorum. Fiiliyatta bu güvenimin nice tezahürlerini görmüşümdür.

Vefat edeli, 2019’e göre 22 yıl oldu. Bacı kardeş, hısım akraba, komşu tanıdık… kiminle bir araya gelsek, hala en çok andığımız, mutlaka güzel bir hatırası ile yad ettiğimiz, gönlümüzdeki sultanlık tahtının unutulmaz ve rakipsiz sahibi, medar-ı iftiharımızdır ANNEM.

Hasan KUTLUTAŞ                                                                                                                      

Editöre Yazın