Ortaokula Başlayışım
1958 yılında Ordu’nun Akkise Köyü İlkokulu’ndan mezun olduktan sonra girdiğim Ladik İlköğretmen Okulu’nun imtihanını –ikinci bölümde anlattığım üzere- kazanamadım. Okuyacaksam, tek seçenek vardı, o da ortaokula kaydolmamdı. O yıllarda ailemizin bir yarısı, işçi olarak çalışmak üzere İstanbul’a yerleşmişlerdi, bu nedenle benim de Ortaokulu İstanbul’da okumama karar verildi. Şişli İlçesine bağlı Feriköy semtinde ikamet ediyor olduğumuz için bir gün Fatma ablam önüme düştü ve en yakınımızda bulunan Kurtuluş tarafındaki Talat Paşa Ortaokulu’nun birinci sınıfına kaydımı yaptırdı.
Ortaokuldaki birinci sınıf dönemim normal geçti. Üstün başarılarıyla veya özel yetenekleriyle dikkat çeken bir öğrenci değilsem de bütün derslerden geçer not alarak ikmale kalmadan ikinci sınıfa geçmiştim.
Sınıf Başkanımız Atila
O yıla ait okul hatırası olarak tek aklımda kalan, sınıfımızda hepimizden büyük, en az orta üç veya lise birler kadar boylu poslu, sosyal, sempatik, uysal, mutedil, efendi yaradılışlı Atila isimli bir arkadaşımız vardı. İki dönemde de sınıf başkanlığına onu seçmiştik. Bu Atila’yı çok yıllar sonra, devlete ait Türkiye Radyo ve Televizyon (TRT) kanallarında, 2021 yılına kadar, genellikle Pazar günlerinde yayına çıkan spor (futbol) yorumcusu olarak gördüm. Görür görmez de tanıdım. O vesileyle, unuttuğum soy ismini de hatırlamış oldum, evet o, orta birdeki sınıf başkanımız Atila Gökçe idi. Bu vesileyle Atila Bey’in, çeşitli gazetelerde spor yazarlığı ve müdürlüğü, TRT’nin dışındaki özel kanallarda da futbol yorumculuğu yaptığını, 1994 - 2002 yılları arasında ise TSYB (Türkiye Spor Yazarları Birliği) başkanlığını yürüttüğünü öğrendim. Atila Gökçe Bey’le ileri yaşlarımda tekrar diyalog kuramadımsa da gıyabında, okul arkadaşım olmasından dolayı kendisiyle iftihar etmişimdir.
Dolmabahçe Stadında Seyrettiğim Maçlar
Atila Bey vesilesiyle futbol konusuna değinmişken, o yıl, nedenini çözemediğim bir gelişme olarak, sarı lacivert rengine yani Fenerbahçe taraftarlığına karşı bir meyil hissettiğimi vurgulamak isterim. Artık, o hafta Fenerbahçe ne yapmış, kim kimi yenmiş, golleri kim atmış, kim şampiyon olacak veya olmuş… takip eder oldum.
Beşiktaş’ta, şimdiki Vodafone Arena’nın yerinde, kapasitesi küçük olsa da o zamanın en büyüğü olan Dolmabahçe ismiyle anılan stadyum vardı. Bugünün ‘üç büyük takımı’ o zamanın da en büyükleriydi. Hep o İstanbul takımlarından biri şampiyon olurdu.
Maçlar genellikle Pazar günleri oynanırdı. Dolmabahçe Stadı’nda özellikle üç büyük takımın arasında maç olacağında –ki biz bunları radyo veya gazetelerden takip ederdik- birkaç sefer ben de seyretmeye gitmiştim. Hangi ‘tribünden’ seyrettiğimi de söyleyeyim; Taksim’deki Hilton Oteli’nin bulunduğu Topçu Kışlası civarındaki, tepedeki ‘açık hava seyrangâhından.’ Burası biletsiz ve ücretsizdi ve üstü açık stadyumun, kale bölgeleri hariç, beşte birinin ancak görülebildiği bir yerdi. Benim gibi maç biletine ayıracak parası olmayanlar o tepeciklere üşüşürdü. Stada girenlerin yarısı kadar da burada seyirci olurdu. Oldukça uzaktan, sahadaki oyunun stadın görülebilen o küçük bir kısmına gelmesini heyecanla bekler, geldiklerinde de sadece oyuncuların hareket eden silüetlerini fark edebilirdik. Ayakta bekleştiğimiz doksan dakikalık maçın on dakikaya yakın kısmı o görüş sahamızda oynanırsa bunu bile bir şans sayardık. Gol olduğunu, sahadan yükselen uğultudan anlardık, asıl teferruatı ise ertesi gün çıkan gazetelerden okurduk.
Ticarete Atılıyorum; Taksim Parkında Balon Satmaya Başlıyorum ve İflas Ediyorum
Dolmabahçe Stadı’nın beşte birini gören Taksim sırtlarından maç seyretmeye gidip gelirken Kurtuluş, Pangaltı, Harbiye ve Taksim semtlerinden geçiyordum. O güzergâhlarda gördüklerimden etkilenmiş olmalıyım ki; yaz tatiline girdiğimizde, genellikle kalabalık olan ve ailelerin çocuklarıyla gelip gezinti yaptıkları Taksim Parkında balon satmaya ve böylece evin geçimine katkıda bulunmaya veya okul harçlığımı biriktirmeye karar verdim.
Önce sağlam, düzgün, iki metre uzunluğunda bir sırık buldum, sonra onun üzerine balonların iplerini bağlamak üzere yirmi-otuz civarında çivi çaktım. Babamın verdiği parayla bakkalımızdan toptan fiyatına iki üç kutu balon, bir top da ip aldım. Evden çıkmadan önce rengarenk balonları şişirip, ipin bir tarafıyla ağızlarını diğer tarafıyla da sırıktaki çivilere bağlayıp, yürüyerek Taksim Parkına gitmek üzere hazırlığa koyuldum. Ancak ticarete niyetlendiğim daha ilk dakikalarda hesap edemediğim bir problemle karşılaştım; balonları şişirmeye nefesim yetmiyordu
Bu işi kendim başarmalıydım, hadi şimdi büyükler şişirdi diyelim, ya parkta sürüm çok olurda yeniden şişirmek gerektiğinde kimden yardım alacaktım! Düşündüm düşündüm, çözümü buldum; Balonları şişirmeden önce tek tek evin lavabosundaki musluğa tutarak gevşeyip açılmalarını sağladım sonra da içlerindeki suyu boşaltıp nefesimi kullanarak şişirmeyi başardım. Taksim Parkında da su bulunurdu herhalde.
Kuşluk saatlerinde sırığım balonlarla dolu olarak, “ya Allah ya kısmet, ya bismillah” diyerek yola çıktım. Bir-iki saat içinde Taksim Parkına ulaştığımda yol boyunca birkaç balon satarak siftahımı bile yapmıştım. Park yeni yeni kalabalıklaşıyordu. Satışlarım da başlamıştı.
Derken güneş zirveye ulaşmış öğlen saatleri de gelmişti. Ben kafamdan edebileceğim karları hesap ederken hiç hesap edemediğim bir şey oldu, bizim sırıktaki balonlar ikişer üçer dakika arayla, paat çaat patlamaya başladılar. Meğer kolay şişirebilmem için evde musluğa tuttuğumda, her ne kadar boşaltsam da içlerinde kalan su zerrecikleri güneşin etkisiyle buharlaşmaya başlayınca, bir yere kadar dayanan balonların cidarları artık dayanamaz şişkinliğe ulaşınca patlamaya başlamışlar. Bir saat içinde sırığımda sadece ipleri ve balonların parçacıkları kaldı. Satılmayanların hepsi patladı.
Böylece ilk ticarî teşebbüsüm, bir günün içinde hayal kırıklığı ve iflasla sonuçlandı. Ancak bu teşebbüsüm bana; ‘başarıya giden her yolun, ümitvar olarak hayal kurmakla başlayabileceğini, buna karşılık her işin birçok ‘meslek sırlarının’ olabileceğini, hiç hesapta olmayan sürprizlerin, zorluklarla karşılaşma ihtimallerinin, ticarette –ona meşruluk kazandıran- kar etmek kadar zarar, hatta iflas etmek riskinin de bulunduğunu…’ yaşatmış oldu. Bu olayı o gün için bu kapsamda değerlendirememiş olsam da ileriki ticaret hayatımda bu yönleriyle hep anmış ve misal vermişimdir.
Hizmet Sektöründe İlk Başarılı Deneyimim
Balon ticaretindeki ‘iflasıma’ tabii ki üzüldüm ama oturup ağlamadım. Yaz tatili devam ediyordu, ders çalışmamı gerektiren ikmale kalınmış derslerim bulunmuyordu, boş durmaktan canım sıkılıyordu. Ablamın nişanlısının kuru temizlikçi dükkanı vardı, ancak benim boyum ütü masasına yetişmiyordu. Ağır ütüleri kaldıracak ve kullanacak güce sahip değildim.
O arada bir tanıdığı babama, bir arkadaşının Yalova’daki pansiyonuna güvenilir bir eleman aradığını söylemiş. Görüşülmelerden sonra pansiyon sahibi benim gelmem için haber göndermiş. Durum bana bildirildi, çantam hazırlandı, adres elime verildi ve Karaköy vapur iskelesinden tek başıma Yalova’ya uğurlandım. Görev yapacağım yer Yalova’dan 14 km. kadar içeride, dolmuşlarla gidilen, sağlığında Atatürk’ün de kaldığı ve 1929 yılında bir de köşkünün bulunduğu meşhur kaplıca bölgesindeki Gökçedere kasabası imiş. Verilen adresi buldum. Burası günlük haftalık, sezonluk müşterileri kabul eden, müşterilerine kahvaltı haricinde sadece yatak hizmeti sunan, katın birinde mülk sahibi olarak kendilerinin oturduğu üç katlı, yedi sekiz odalı bir pansiyondu.Ben, yatmam ve yemem pansiyona ait olmak üzere –babamın bildiği- aylık ücretle yardımcı eleman olarak çalışacaktım.
Nitekim pansiyona varıp kendimi tanıttığımda, beni güler yüzle karşıladılar, girişin solunda birinci kata çıkan merdivenin altındaki, önüne perde çekilmiş olan yatacak yerimi gösterdiler, sonra da yapacağım işi tarif ettiler. Yapacağım işin mahiyeti; odalarda boşalma olduğunda dolmuş durağına giderek, pansiyonumuza müşteri yönlendirmek ve kabul ettiklerinde pansiyona kadar çanta ve valizlerinin taşınmasına yardımcı olmamdı. Rezervasyon kültürü henüz gelişmemiş olduğundan gelen tatilcilerin çoğunun böyle bir ilgiye ihtiyacı oluyordu. İşin zor tarafı ise, 100-150 kadar pansiyonun bulunduğu beldede, onların adına müşteri kapmaya çalışan –benim gibi- birçok görevlinin de bulunuyor olmasıydı.
Tarif edilen işi kısa zamanda kavradım, ciddi rekabet yaşanmasına rağmen pansiyonumuzun hep dolu olmasına katkı sağladım. Durağa gidip de müşterisiz döndüğüm olmamıştı. Baştan beri bana hep iyi davranan görgülü, efendi işverenlerim, bu ummadıkları başarım karşısında daha da sevecen tavır sergiler oldular. Yatağım hep tertemiz oldu, çamaşırlarım yıkandı, yediklerinden yedirdiler, ek işler vermediler.
Kendi ve misafir gelen akrabalarının çocuklarıyla kısa zamanda arkadaş olduk.
Pansiyonun dolu olduğu günlerde de çevreyi tanıyabilmek için bol bol gezebiliyor, çarşıda dolaşabiliyor, termal havuza girebiliyordum. Bir gün havuza beraber gittiğimiz işverenimizin oğlu Metin, ‘Sen Karadenizlisin, iyi yüzersin’ diye beni pohpohlayıp kandırarak, havuzun en derin yerine dalış yapmama sebep oldu. Çocuklar için düşünülen sığ yere ve çıkış merdivenine ulaşana kadar neredeyse boğulacaktım. Çünkü o yıl İstanbul’a giderken yaptığım gemi yolculuğundan önce, 10-12 kilometre ötemizdeki denizi, bulutsuz ve buharsız berrak havalarda, tepelerin arasından, az bir kısmını ancak gördüğüm olmuştu. Derelerde girdiğimiz göller de eni boyu 3-4 veya 5-6 metreyi geçmeyen, dalmamızla çıkmamız bir olan gölcüklerdi. Yine de en az 20 metre uzunluğundaki havuzun en derin yerine, o gölcüklerdeki deneyimime güvenerek atlamış olabilirim.
Annelerimizin ördüğü yün veya lastiği tutmayan, yürürken ayakkabının, çizmenin içine kayıp giden hazır iplik çoraplardan sonra renk renk, orijinal desenli naylon çorabı ilk defa oranın çarşısında görmüştüm, ancak çok hoşuma gitmiş olmasına rağmen fiyatı pahalı geldiği için alamamıştım.
İstanbul’dan ayrılışımdan iki hafta sonra hiç ummadığım bir gün babam çıkageldi. Telefonlaşma imkânı da olmadığı için merak etmiş. Çok mutlu oldum, dünyalar benim oldu. Birkaç saat beraber dolaştık. Daha sonra milli park ilan edilen; şelalelerin, termal havuzların, ulu çınarların bulunduğu, çeşit çeşit güller ve çiçeklerle bezenmiş gezinti yerlerinde dolaştık. Henüz müze durumuna getirilmemiş olan Atatürk’ün köşkünün yakınına kadar vardık. Sonra aynı gün babam İstanbul’a geri döndü. Benim rahatımı, memnuniyetimi görünce o da memnun kalmıştı.
Bir ay dolduğunda, okulların açılması da yaklaşmakta olduğundan pansiyon sahiplerinden izin istedim. Hiçbir engel çıkarmadılar, zaten babam bir aylığına görüşmüş, ücreti de peşin almış. Ben valizlerini taşıdığım müşterilerden aldığım bahşişlerle hatırı sayılır miktarda okul harçlığı edinmiştim, ilâveten ayrılırken ellerini öptüğümde işverenlerim de cebime bir şeyler koydular. Yine tek başıma yola çıktım ve İstanbul Feriköy’deki evimize ulaştım.
Velhasıl 13 yaşımda iken hizmet sektöründeki o bir aylık dönem benim için, özellikle ve başta sosyal gelişimim adına birkaç yönden başarılı ve faydalı geçti.
NOT: 30-35 sene sonra bu defa bir işadamı olarak, ailecek bir süre kalmak üzere Gökçedere’ye gittiğimde, o hizmet ettiğim pansiyonu aradım. Sokağını buldumsa da oldukça değişikliğe uğramış olduklarından binaların hiçbirini o kaldığım yere benzetemedim. İyi kalpli sahiplerini sorduğumda da tanıyan kimseye rastlayamadım.
Benim İstanbul’da bulunduğum o yılın içinde, öncelikle bütün İstanbul’u aylarca, hatta yıllarca meşgul eden ve uzun yıllar unutulmayan elim bir olay yaşandı; Salacak semtinde boğazın iki yakası arasında kayığı ile taşımacılık yapan birisi, tecavüz girişiminden sonra bir kadını, kızını, oğlunu, komşusunun çocuğunu öldürmüş ve denize atmıştı. ‘Salacak Canavarı’ olarak anılan o kişinin hunharlığı, sergilediği vahşet ve olayın ibretlik birçok yönleri aşağıdaki yazımızda okunabilir..
İstanbul’a Veda Edip Ordu’ya Dönüşüm
Okulların açılma zamanı yaklaşıyordu. Yeni yılda ortaokulun ikinci sınıfında okuyacaktım. Ancak beni ilgilendiren önemli bir gelişme oldu; bağ bahçe ve hayvanların sahipsiz kalmamaları için Ordu’daki köyümüzden ayrılamayan ve kardeşlerimin bir kısmıyla birlikte orada yaşamakta olan annemin yanına benim de dönmeme karar verildi. Böylece İstanbul’daki ikamet hayatım bir yıl sonra bitmiş oldu. Daha sonraki yıllarda da okumak veya askerlik ya da mesleğimi icra etmek üzere, İstanbul’da kalmak hiç kısmet olmadı. Zaten İstanbul’un şehirciliğini ve günlük hayattaki telaşesini hiç sevememiştim. Ancak ailemizin bir yarısı orada yaşadığından, ülke ticaretinin de merkezi olduğundan geçici ve kısa süreli –en uzunu 1997’de kendi işimi kurarken bir yıl- olmak üzere sık sık yolumun düştüğü oldu. Gelişimde olduğu gibi Ordu’ya dönüşümü de gemiyle yaptım. Yolculuğumda göz kulak olmaları için tanıdık bir aileye emanet edilmiştim.
1955-1960’lı yıllarda Karadeniz halkı için, iş edinmek para kazanmak maksadıyla gurbete gitme dönemi başlamıştı. Yüzde doksan tercih edilen gurbet ise İstanbul’du. O dönemde karayolu ulaşımı gelişmemişti. ’Karadeniz Sahil Yolu’ 1959’da açılmıştı. Ondan önce bugünkü Fatsa-Ordu arasını kısaltan tünellerin tam üzerine denk gelen ve tepelerin üzerinden geçen ‘Koçboynuzu Yolu’nun aşılması zor bir durum arz ediyordu. Ordu’dan İstanbul’a otobüsle üç günde ulaşılabildiği günlerdi. Havayolu ulaşımı ise, gerek yaygınlaşması gerekse ucuzluğu ile çok yakın yılların nimetidir.
O yılların en popüler yolculuğu, haftada iki gidiş dönüşü olan ‘ekspres yolcu vapurları’ ile yapılırdı. Durak yerleri; İstanbul’un dışında iki (Kdz. Ereğlisi, İnebolu) ilçe ve sahildeki yedi il merkeziydi. Otobüs kadar olmasa da gemi yolculuğu da uzun sürerdi, mesela Ordu- İstanbul arası iki güne yaklaşırdı. Yolcu sayısı çok olurdu. Kamara sayısı hem az hem pahalı olduğundan, genellikle güverte (en üstteki geniş ve açık alan) tercih edilirdi. Güvertede üşümek, yağmurdan ıslanmak, rüzgâra fırtınaya yakalanmak, yükselen dalgaların etkisiyle ‘gemi tutması’na maruz kalmak, istifra etmek çokça rastlanan olaylardandı.
Uzun süren bu yolculuklarda, sıcakkanlı Karadeniz halkı kısa zamanda kaynaşır, muhabbeti ilerletirdi. Her seferinde bir tulumcuya, ama bir iki kemençeciye mutlaka rastlanırdı. Tulum veya kemençe çalmaya başlayınca Karadenizliler yerlerinde duramaz olurlar ve tutturulan türkülerin beraberinde, geniş güvertede coştukça coşulan, geniş katılımlı horonlar teperlerdi Böylece sıkıcılığı giderilen yolculuk adeta bir eğlenceye dönüştürülürdü.
O yolculuklardan aklımda kalan sahnelerden biri de gemi İnebolu’ya yaklaşırken, hız kesmiş ama henüz hareket halinde ve demir atacağı yere ulaşmamış olmasına rağmen, seyyar satıcıların –filim sahnelerini aratmayan, Barbaros’un leventleri gibi- korkuluk demirlerine attıkları çengelli halatlara tırmanarak güverteye çıkmaları ve genellikle yiyecek çeşitleriyle dolu tablalarını, küçük sergilerini açıp satışlarına başlama gözü karalığını sergilemeleriydi. Zira demir atıp tamamen durduktan sonra geminin, zaten az sayıda olan yolcularını indirip bindirmesi yarım saati bulmuyor, hemen demir alıp yola çıkıyordu. Satıcılar, haftanın yalnız dört gününde ve sadece yarımşar saat süren pazar zamanını uzatabilmem için durmamış gemiye tırmanarak –ekmek parası ve helal kazanç yolunda- riske girmeyi göze alıyorlardı.
Bu gemi yolculuğumda bir de cüzdanımı kaybettiğimi veya çaldırdığımı hatırlıyorum. Hep ceketimin iç cebimde taşıdığım, uyuyacağım zamanlarda da başımın altına koyduğum halde cüzdanımı muhafaza edememiş oldum. Miktarını değil de içindeki kâğıt ve buzuk paralarla oldukça şişkin bir cüzdan olduğunu -65 yıl sonra bile- hatırlayabiliyorum. Tüm parasız kalarak Ordu’ya ulaşmıştım. Gemiden karaya yolcu taşıması yapan motorlu kayığın ücretini bile bani emanetine alan aile ödemişti.
Ordu’da önce köyümüze annemin yanına vardım. Birkaç gün sonra da 1959-1960 öğretim yılında, ikinci sınıfı okumak üzere ‘Ordu Ortaokulu’na kaydımı yaptırdım.
Hasan KUTLUTAŞ
(Kıssa Tadında Hatıralarım’dan)