Hatırası Bile Ürperten İkametgâhım
1959-1961 arasında 13-14 yaşıma tekabül eden yıllarımı Ordu Ortaokulunun ikinci üçüncü sınıf öğrencisi olarak -hafta sonlarını ve tatilleri köyümde olmak üzere- Ordu il merkezinde geçirdim. Bu iki yıl, hayatımın zorluk ve sıkıntılarla geçen dönemlerinden biri oldu.
Öncelikle hiç aklımdan çıkmayan ilk iki ay konaklamak zorunda kaldığımız yere değinmek istiyorum. ‘Yer’ diyorum, çünkü eve de benzemiyordu, ahıra da ardiyeye de en doğru bir tarif ‘virane’ olabilir.
Bucak Mahallesinde, kemer köprüden itibaren derenin solunda kalacak şekilde ve bir kilometre kadar ileride, 200-300 metre yakınında hiçbir evin bulunmadığı, mısır tarlasının içinden geçerek ulaşılan, tahminen 20 x 30 metre ebadında, tamamen taşlardan örülmüş, oyuklarında birçok kuş yuvasının görüldüğü, dört kalın duvarlı garip bir yapı idi. İki tarafı üçgen şeklinde yükseltildikten sonra üzeri boydan boya kiremit kaplı bir çatısı vardı. Açıp kapamakta zorlanılan kocaman kapısından girildiğinde, 600 m2’lik genişlikte bomboş, hiçbir bölmesi olmayan ve tavan yerine 15 metreye yakın yükseklikte olan çatı ile karşılaşılıyordu. Tamamen boş olan alanın sol tarafında büyükçe bir ot yığını, sağ ilerilerde, yığın olmasa da yerlere ot, dal, eski ev eşyaları atıştırılmıştı. Ortada, arka duvara yakın bir yerde 30-40 cm. kadar yükseltilmiş, yine tahminen 6 x 10 metre ebadında kaliteli olduğu belli olan tahta döşenmiş düzgün bir platform bulunuyordu. Burada, köyde komşumuz olan Mano (Manavoğlu) Salih ile birlikte kalacaktık. Benim ve arkadaşımınki olmak üzere iki yatağı sereceğimiz, diğer eşyalarımızı ve yiyeceklerimizi koyacağımız, ders çalışacağımız, yemeğimizi yiyeceğimiz yer, koca viranenin içindeki işte bu 60 m2. lik tahta döşemeli, çivi çakılacak bir duvarı, tezgahı, dolabı olmayan boş alandı. Aydınlatma, çatıyı tutan kalın ağaç kirişlerden aşağıya doğru sarkıtılmış iki ampulüyle sağlanıyordu. Ancak ortam çok geniş ve yüksek olduğundan, dağılan ışık ders çalışırken çok yetersiz kalmaktaydı. Banyo zaten yoktu da tuvaletin varlığını, yerini ve durumunu hatırlamıyorum.
İki ay kadar kaldığımız bu ikametgâhımızı unutamayışımın ve ürperti ile anışımın esas sebebi ise; gece olup da mutat saatlerde lambayı söndürerek ikinci kişi de yattığında başlayan fare cümbüşüydü. Anlaşılan, sol taraftaki büyük ot yığınının altında yuvalanmış birçok fare vardı ve bunlar ortalık tamamen kararınca neşeli cıvıltı sesleri çıkartarak sağa sola, yukarıya aşağıya koşuşturmaya, birbirlerini kovalamaya, boş buldukları meydanda cirit atmaya başlıyorlardı. Birçok sefer de yolları yatağımızın üzerinden geçerdi. Ben, korktuğum ve tiksindiğim için o irili ufaklı yaratıklar ‘aman bana değmesinler veya bir yerimi ısırmasınlar’ diye yorganımı iyice vücuduma sarardım. Başımı da, sadece gözümü ve nefes alacak kadar ağzımı açık bırakacak şekilde yorganın içine saklar ve bildiğim duaları tekrar tekrar okumaya koyulurdum. Tabii o hengâme ve ürperti içinde uykum kaçarsa da bir vakitten sonra dayanamaz hale gelir ve uykuya dalardım. Bereket ki, o iki ay, farelerden yana herhangi bir vukuata maruz kalmadan geçti.
İçinde ikamet ederken de çok uzun yıllar sonrasına kadar da o garip yapının aslında Rumlardan kalma bir kilise olduğunu tahmin edememiştim. Meğer biz, bir arkadaşımla beraber tam iki ay bir kilisede yatmışız. Kullandığımız 60 m2 kadar yükseltilmiş, tahta döşeli alan da papazın cemaatine nasihat ettiği, ayin yönettiği ve kilise korosunun icraatta bulunduğu platformmuş. Bu keşfimden sonradır ki 13 yaşımdayken kaldığımız o mekân hatırıma geldikçe ürpertim daha da artmıştır.
Burayı bize kimin bulduğuna, kira bedeli ödenip ödenmediğine dair hatırladığım hiçbir bilgim yok. Sadece o sıralar babamın ve ağabeylerimin İstanbul’da olduğunu, benim öyle bir yerde kaldığımı bilip tahmin etmelerinin mümkün olamayacağını söyleyebilirim. Ordu’da olsalardı beni kesinlikle öyle bir yerde bırakmazlardı. Köy işinden başını alamayan annem ise, öyle önüme düşüp de bana kalabileceğim, münasip, kiralık yer arayacak vasıfta bir kadın değildi. Dolayısıyla bizi o virane kiliseye yönlendiren kişi bence halen meçhul! . .
Büyük ihtimal soğukların artmasının, koca viraneyi ısıtma şansının olmamasının etkisiyle, o kâbus ortamından Kasım ayı sonlarına doğru ayrıldık. Bucak Mahallesinde, Şahincili Caddesinin başında ve Kemer köprünün hemen yanında bulunan, köyümüzden yakınımız olan, çok sayıp sevdiğimiz Süleyman Özbay abimizin, orta katındaki bir odalı, küçük birer mutfağı, banyosu ve tuvaleti bulunan evine kiracı olarak yerleştik. Ordu Ortaokulu ikinci sınıfını ev arkadaşım Salih'le orada geçirdik.
Ev Arkadaşım Salih
Ev Arkadaşım Salih Manav benden bir veya iki yaş büyüktü. Dürüst, çalışkan, temiz ve dindar bir komşumuz olan babası Ferhat amcamız, oğlunun camilerde imam ve Kur’an öğretmeni olmasını çok arzu ediyordu. Bu hevesini yerine getirmek için Salih’i, bu erken yaşlarında hafız olmasını sağlamak maksadıyla, tavsiye edilen bir hocadan ders alması için Ordu şehir merkezine göndermişti. Her sabah ben okula o da orta boy, Kur’an’nı Kerim’ini alarak hafızlık kursuna çalıştıran hocasına giderdi. Ancak, o sene sekiz ay aynı evde kaldığımız Salih arkadaşım, çeşitli sebeplerle hafızlığını tamamlayamadan köye geri döndü. Daha sonra da babasının heves ve arzusunu gerçekleştirecek azmi gösteremedi, öngördüğü mesleğe yönelemedi,
Galip’in Haylazlığı
Üçüncü sınıfa geçtiğimde, ortaokula kaydı yaptırılan torunu Galip’in yanında bulunması uygun bulunarak, Selimiye Mahallesinde tuttukları evde kalmak üzere köyden gelmiş olan Mevlüde halamın yanına beni de yerleştirdiler. Beraberimizde akrabaları olan iki öğrenci daha vardı. Halam biz dört öğrencinin yemeğini yapar, çamaşırlarını yıkardı. Bu rahatımız Şubat ayındaki karne tatiline kadar sürebildi. Çünkü karnelerimiz dağıtıldığında Galip’in bütün bir yarıyıl boyunca okula gitmediği ve dolayısıyla devamsızlıktan kaydının silindiği ortaya çıktı. Halam da Gailp’i alarak köyüne döndü. Meğer Galip, her sabah okul çantasını alarak bizimle birlikte evden çıkar, çantayı bir yere emanet bırakır, akşama kadar sahilde takılacak birini aramak üzere volta atar veya rıhtıma geçip, gelen giden gemileri, şilepleri seyrederek akşam edermiş. Saatler geçince de okuldan geliyormuş gibi, bizlerle aynı saatte eve dönermiş. Bu düzenimiz bozulunca, ben yine Bucak Mahallesinin Şahincili caddesinde, bir önceki yıl kaldığım evin yüz metre ilerisinde, zemin katta, bir odalı bir yere taşınmak zorunda kaldım. Ordu’daki son yarıyılım da orada, yalnız başıma kalarak geçti.
Ne Yiyip Ne İçerdik, Nasıl Yaşardık
Devletin veya özel sektörün, ya da hayır kurumlarının öğrenci yurtlarının olmadığı o yıllarda bütün benzer durumdaki yaşıtlarım gibi benim öğrencilik hayatım da zorluklarla geçti. İki yılda dört ev değiştirmek zorunda kaldım. En önemlisi de 13,14 yaşında bir çocuk olarak yalnız başıma hem okuyup başarılı olmaya hem de düzensiz ve yetersiz bir beslenmeyle hayatımı idame ettirmeye çalıştım.
O dönemde Cumartesi günleri de öğleye kadar okula gidiliyordu. Her Cumartesi öğleden sonra hafta tatili başladığında, bir gece kalarak Pazar akşamı tekrar Ordu’ya dönmek üzere, yaya olarak üç veya üç buçuk saatlik mesafede olan köyümüze giderdim. Gerçi köyümüzden geçen araba yolu ile birkaç köyün yolcu ve yükünü taşıyan, günlük sefer yapan bir kamyon mevcuttu. Özel ihtiyaç durumunda, imkânı müsait olanlar ise günümüzdeki taksilerin muadili olarak –arazi yapısına uygun, üzeri brandalı jip kiralarlardı. Ancak özellikle yakın köylüler, -benim gibi- arabaya verecekleri paradan tasarruf etmek için ya da o kadar paraya bile sahip olunmadığından mecbur kalarak yaya gidip gelirlerdi.
Her köye gidişimde özlem giderdiğim annem, beni gelecek diye hazır ettiği sıcak yemekleri börekleri yedirir, sabunlayıp ovalayarak kirlerimi iyice çıkartacak şekilde banyo yaptırır, çamaşırlarımı değiştirir, kirlenenleri yıkardı. Bir günlük saltanat bitince de yoğurt mayalı kalaylı bakır bakraç ile bileki taşında pişirilen ve bir haftalık ihtiyacıma yetecek olan bohçaya sarılmış mısır ekmeğini alarak, akşam karanlığına kalmadan Ordu’ya ulaşacak şekilde yola koyulurdum. Babam evde ise on lira olan haftalık harçlığımı mutlaka hazırlamış olurdu. Annemde bana verecek para olmazdı ama onun sevgi ve şefkati her şeye bedeldi.
Yol boyunca saatlerce elimde taşıdığım yoğurt bakracı ve ekmek bohçası yorgunluğa sebep olsa da yalnız başıma gidip geldiğim ve en üst mahallesinde oturduğumuz kendi köyüm dâhil dört köyü baştanbaşa geçmemi gerektiren yol güzergâhında, Teyneli ve Öceli‘deki dere boyları hariç sık sık evler bulunduğundan korku hissetmezdim. En çok gecenin karanlığına kalmaktan ve bildiğim bazı evlerdeki, gelen geçenin üzerine hamle yapan köpeklerden korkuyordum. Hem bazen ucuna taktığım ekmek bohçamı omuzumda taşımama yarasın diye, hem de o köpeklerden korunmak için genellikle elimde küçük bir değnek taşırdım. Ayrıca bulundurulan evlerin yanından geçerken -köpek duymasın, uyuyorsa uyanmasın diye- ses çıkamamaya dikkat eder ve dualar okurdum. Bir de yağmurlu günlerde iyice ıslandığım, karlı günlerde ise burun ucu, dudak, kulak, el ve ayaklarımın üşüdüğü olurdu. Ama, hava muhalefeti de olsa, bir gün bile, yola çıkmaktan vaz geçtiğimi hatırlamıyorum.
Hami Sağra
Bu konuya kısa bir ara vererek, yolculuklarımın birinde yaşadığım bir hatıramı buraya not düşeyim: Köyden Ordu’ya dönmekte olduğum bir Pazar günü, Teyneli köyünü geçtiğim, Çavuşlar köyündeki yokuşa sardığım ve henüz yolu yarılamadığım bir sırada yanımdan hızla geçen bir jip 20-30 metre kadar ileride durdu. Sağ kapısı açıldı, dışarıya sarkan, ilk anda kim olduğunu fark edemediğim birisi; ”Hasan! Gel, gel!” diye seslendi. Hızlanarak vardım, biraz sıkışarak beni yanlarına aldılar. O çağıran kişi, ilkokulumuzda görevli olan Fatma öğretmenimizin beyi, aynı zamanda köyümüzde bakkal işleten –Ordu’nun saygın ailelerinden- Hami Sağra idi.
Elimde yoğurt bakracı ve ekmek bohçasıyla ter dökerek yol alırken Hami abimin gösterdiği o iyilik öyle bir makbule geçmişti ki, onu hiç unutamamışımdır.
***
Ordu’da kaldığım evdeki yiyeceğim; genellikle köyden getirdiğim ve hafta sonuna doğru ekşimeye yüz tutan yoğurt, zeytin, bazen tahin helvası, kahvaltıda yenen margarin yağ ve tahta küleklerde satılan Zile Pekmezinden ibaret olurdu. Bir de çay, şeker. Yemek ve çay için ısıtma aracı olarak pompalı gaz ocağı kullanırdım.
Evler, kış aylarında odun veya fındığın kabuğu yakılan sac sobalarla ısıtılırdı. Aslında kış soğuğuna karşı dayanıklı olmadığım, sık sık nezle bazen de genellikle ağır geçirdiğim grip hastalığına yakalandığım halde üşenip, günlerce soba yakmadığım olurdu. Grip olduğumda, sağlık hizmetlerinin çok çok zayıf olduğu o yıllarda doktora da gidemez, bakkallarda satılan Aspirin veya Gripin isimli ilaçları kullanır, okula gidemeden sadece yatarak, terleyerek atlatırdım.
Okulda giymek üzere genellikle yedeği olmayan bir takım elbisem olurdu. Okul idaresi pantolonlarımızın ütülü olmasına önem verdiğinden, ütümüz veya ütületecek imkânım da olmadığından, haftada iki üç sefer, ütü yerlerini ayarlayarak yattığım döşeğin altına yerleştirirdim. Sabahleyin döşeği kaldırdığımda birçok defa çift, bazen de üç yerinden baskı iziyle karşılaşır, fakat yapacak bir şey olmadığından öylece giyerdim. Birçok arkadaşınki de aynı durumda olduğundan, sebebini bilen okul idaresi anlayışla karşılardı. Ne var ki, hızlı büyüme çağında olduğumdan, çok geçmeden elbiselerim dar gelmeye ve paçaları kolları kısalmaya, ayakkabılarım sıkmaya başlardı. Bereket, babamın eski dostları olan ve beni tanıştırdığı, ölçüye göre ayakkabıcımız ve terzimiz vardı. İyice daralınca yenisini fındık veresiye alabilme imkânım varsa da mümkün olduğunca okullar açılırken kışlık, kış girince de yazlık olmak üzere senelde iki elbise ve ayakkabı ile yetinmeye dikkat ederdim. Mesela, yaz tatillerinde, diğer arkadaşlar gibi, ayakkabımı eskir diye futbolu yalın ayak oynardım.
Ortaokulu okuduğum o iki yılda, Ordu’da kalırken ‘yarı aç’ geziyor değildim ama azami derecede tutumlu davrandığım da bir gerçekti. Hiçbir israfım yoktu. Hatta ilk yıl oturduğumuz evin altında, caddeye nazır zemin katındaki bakkalı, binanın sahibi olan yakın akrabamız Süleyman abi işletmekte idi. Ona, -harçlık takviyesi dâhil- istediğim şeyleri vermesi için babamın tembihatının olmasına rağmen ben o kredileri bile nadiren kullanmışımdır. Son sınıfta iken oturduğum evin yanında, yine köyümüzden çok değerli bir komşumuz olan Selim Ağalardan Nurettin Özcanlı abimizin işlettiği bakkalda da benzer kredim vardı.
Yemek seçmeme, temiz ve güvenilir olmaları kaydıyla ne bulunursam onu yeme, gerekirse zeytin ekmekle veya ekmek beraberinde bir portakalla ya da bir salkım üzümle bile öğün geçirme, -kendim bile farkında olmadan- bazen bir zeytini ikiye bölerek yeme, yemeğin beraberinde -yeni kuşakların kolalı, gazlı veya kutulu içeceklere yönelmelerine karşılık benim- hep suyu tercih etmeme dair alışkanlıklarım o yılların kalıntısıdır.
Tutumlu ve her türlü israftan uzak durma halimi evin dışında, okulda ve çarşıda da sürdürüyordum. Mesela; ‘bir değişiklik olsun, etli bir yemek yiyeyim, iyice doyayım’ diyerek, seyrek de olsa lokantaya gitmezdim. Bu tutumum sebebiyle, lokantada yemeklere verilen isimleri bile bilmezdim, biraz büyüyüp de yolum gurbete düşmeye başladığında girdiğim lokantalarda ise, çorba, kuru fasulye ve pilavın dışındakiler için garsona; ‘şundan ver, şundan ver’ diye göstererek sipariş verdiğim olurdu. Öyle pastane veya çay bahçesi gibi yerlerde oturmaz, canım çekse de simit almamak için bile sabrederdim. Mısır ekmeği tüketilen bölgemizde, ‘çarşı ekmeği’ veya ‘bazar ekmeği’ dediğimiz, buğday unuyla yapılan fırın ekmeği üstün ve lüks görülüp çok sevilirdi. Hele yumurta sürülerek odun ateşinde pişirilen, özel bir lezzeti olan francala adı verilen çeşidinin, mısır ekmeğine katık yapıp yenilecek ve misafirliklere, ziyaretlere giderken hediye olarak götürülecek kadar ayrı bir değer atfedilirdi. Yakınımızdaki İmamoğlu Fırınının caddeye bakan raflarında kıpkırmızı görünümleriyle dizili hallerini iştahla seyrederdim de, birçok şehir halkının günlük olarak tükettiği, aslında çok pahalı olmayan ‘Fırın ekmeğini’ bile, köyden getirdiğim mısır ekmeğim tükenmedikçe almazdım.
Sinama, Bisiklet, Tommisk Teksas
Hatırladığım yegâne masraflarımdan birincisi, köye gitmediğim günlere tekabül eden tatil gecelerinde bazen sinemaya gitmekti. Hafta içi sinemaya gitmek okul idaresince yasaklanmıştı, uygulamak üzere üç sinemanın da kapısında geceleri, nöbetçi öğretmenlerin koordinesinde gözlemci talebeler görevlendirilirdi. Tespit edilen olursa disiplin cezası uygulanırdı. Sinemalarda genellikle, kaliteden yoksun Yeşilçam yapımı Sadri Alışık’ın Turist Ömer, Feridun Karakaya’nın Cilalı İbo versiyonları ile, Öztürk Serengil’in komedileri ve bir de Hollywood yapımı Amerikan kovboy filmleri gösterime koyulurdu. O sıralarda beğendiğim ve konusu kısmen de olsa tek aklımda kalan, başrolünde Hüseyin Peyda’nın oynadığı, Urfa civarında geçen, acıklı ‘Gelen Ağlar Giden Ağlar’ filmidir. Seyrederken, birbirine kavuşamayan gençlerin intihar etmelerine çok üzülmüş ve ben de ağlamıştım.
İkinci masrafım, sokakların iyice tenha olduğu saatlerde 10 dakikalığına kiralanan bisiklete binmekti. Ancak freni, balans ayarı, kornası veya ikaz zili olmayan o takaları istediğimiz gibi yönlendiremez ve her seferinde –mutlaka- sağa sola, dükkân kepenklerine tosladığım olurdu.
Üçüncü masraf kalemim de büfelerden Hazreti Ali Cenkleri’ni veya Amerikan kovboylarının maceralarını çizgi resimlerle anlatan Tommisk, Teksas ismiyle yayınlanan dergi serilerini, küçük paralar karşılığında, okuduktan sonra iade etmek üzere kiralamaktı. Gazete almaya para ayıramazdım. Bazen elime çok eski tarihli de olsa bir gazete geçse, her tarafını okurdum. Daha o yıllarda okumaya karşı hevesimi fark ediyor ancak imkân bulamıyordum. Mesela, Ordu’da halka açık, talebelerin de gidebileceği bir kütüphane var mıydı hatırlamıyorum. Okulda da istifade edeceğimiz bir kitaplık yoktu herhalde. Olsaydı bir şekilde haberimiz olurdu diye tahmin yürütüyorum. Buna karşılık, daha o çocukluk dönemimizde, bazı tanıdık talebelerin evlerinde, küçük paraların döndüğü iskambil oyun seansları başlatılmıştı. Bir akşam beni de öyle bir yere götürdüler, ama ben bir daha gitmemeyi tercih ederek, o gruplardan uzak durdum.
Bilhassa genç okuyucularımın dikkatini çekmek isterim ki, burada anlatmaya çalıştığım ortaokul dönemimdeki yokluklar, zorluklar, imkânsızlıklar, sabır, tutumluluk ve kanaatkârlık, azla yetinme hayata küsmeyip tutunmaya çalışma, ve nice olumsuz şartlara rağmen başarıyı yakalayabilme… sadece kendime özel hayatımda yalnız benim ya da çok az kişinin yaşamış olabileceği, benzerine az rastlanabilecek, nadirattan bir ayrıcalık olarak görülmesin. Özellikle bölgemizdeki öğrencilerin durumu ile birlikte -daha sonra çeşitli illerde okurken veya görev yaparken, birçok yeni kişilerle tanışıp da onları dinlediğimde şahsen gördüğüm üzere- o zamanlarda bütün ülkemiz insanının zorluklarla geçen öğrencilik hayatlarının genel durumu, biraz eksiği -hatta bazısı için- biraz fazlasıyla benimkinden farklı değildi. Sayıları hızla azalan yaşıtlarım, hatta doğum tarihleri 1960 ve yukarısı olan insanlarımız şu benim yazdıklarımı görüp okusalar, büyük bir kısmının; “aynen beni anlatmış” veya “ne kadar da benzeyen taraflarımız varmış” diyeceklerinden şüphem yok.
1959-1961 yıllarını kapsayan yıllarda Ordu’da ortaokul sıralarında iken yaşadığım, unutamadığım, etkisinde kaldığım, diğer hatıralarımı da kısaca ve şöylece özetleyeyim:
Tarih Öğretmenimiz Turgut Serengil
Ortaokul üçüncü sınıfta Tarih derslerimize giren Turgut Serengil isimli bir öğretmenimiz vardı. 55-60 yaşlarında, hep ağır tonlu takım elbiseler giyen, boylu, düzgün endamlı, yakışıklı biriydi. En belirgin tarafıysa, -çatık kaşlı olmamasına rağmen- hiç gülmeyen, gayet ciddi biri olarak, dersin dışında öğretmenlerle veya öğrencilerle hiç diyalog kurduğunun görülmemesiydi.
Bu Turgut öğretmenimiz, 1955 lerden itibaren 50 yıla yakın birçok Türk filimde rol alan, ancak rollerinin hepsinde ciddiyetle alakası olmayan, komik ve laubali tipleri canlandıran, kıyafetleriyle, kullandığı -kısmen argo- gülünç kelimeleriyle meşhur olan Öztürk Serengil’in babasıydı. Söylentilere göre Artvin veya Giresunlu olan Turgut öğretmenimiz, biricik oğlunu ciddi ve kültürlü bir kişi olarak yetiştirmek üzere gayret edip baskı uygulayınca oğlu Öztürk tam tersine haylazlığı tercih ederek lisede iken okulu terk etmiş. Bunun üzerine babası onu evlatlıktan men ederek evden kovmuş. O da ailesini bırakıp İstanbul’a gitmiş ve yıllar sonra da babasının ve toplumun karşısına yukarıda tarifi yapılan bir aktör olarak çıkmış. Yine söylenenlere göre, çocuğu evden kovdu diye, annesi de Turgut öğretmenimizi terk etmiş. Nitekim Turgut öğretmenimiz yalnız yaşıyordu.
Biz talebeler kendi aramızda, bir Turgut öğretmenimizdeki ciddiyete, bir de o sıralarda meşhur olmuş –bölgemizin insanı olduğu için daha fazla ilgi duyulan- Öztürk Serengil’in filmlerdeki laubali hallerine bakar ve hayret edip, ‘bu nasıl olur?’ demekten kendimizi alamazdık. Turgut Serengil öğretmenimiz, internete bakıldığında ‘magazin dünyasının ünlü yıldızı, televizyon sunucusu’ olarak tarif edildiği görülen, Seren Serengil’in de dedesi olmaktadır.
27 Mayıs 1960 Darbesi
Ordu Ortaokulu’nda okumakta olduğum ikinci sınıfın ikinci döneminin bitmesine sadece iki gün kalmıştı. Cuma ve Cumartesi günlerinde de okula gidip, karnelerimizi alıp yaz tatiline girecektik. Ancak cuma sabahı okula vardığımda etrafta olması gereken öğrenci kalabalığını göremedim. Benim gibi gelmekte olan birkaç kişi daha vardı. Bu garipliğin sebebini okul bahçesinin kapısına vardığımda öğrendim; Kapatılan demir bahçe kapısının öbür tarafındaki bir okul çalışanı, her gelen öğrenciye dolayısıyla bize; “İhtilal oldu, okul kapandı, tatil başladı, herkes ortalıkta dolaşmasın evine köyüne gitsin! Karneler daha sonra verilecek
‘Hayret, bu ihtilal nasıl bir şey acaba?’ diye söylenerek geri döndüm, Dönüşte, şehir merkezine bir sessizliğin hâkim olduğu, ortalıkta pek fazla insanın dolaşmadığı, bazı yerlerde birkaç kişinin radyoya yaklaşmış merakla bir şey dinledikleri dikkatimi çekti. Biraz kulak verdiğimde, pilli ve çekişi zayıf radyolardan, cızıltılar arasından donuk bir sesin okuduğu;
“Sevgili Vatandaşlar! Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla kardeş kavgasına meydan vermemek maksadıyla Türk Silahlı Kuvvetleri, memleketin idaresini ele almıştır!” cümlesi ile başlayan bir bildirinin okunmakta olduğuna şahit oldum. Bildiri; “Bu harekâta Silahlı Kuvvetlerimiz; en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi, hangi tarafa mensup olursa olsun, seçimi kazananlara devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Kim olursa olsun ve hangi partiye mensup bulunursa bulunsun, her vatandaş; kanunlar ve hukuk prensipleri esaslarına göre muamele görecektir.” gibi yatıştırıcı, güven verici ifadelerle devam ediyor, “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO'ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz 'Yurtta sulh, cihanda sulhtur." cümlesiyle de bitiyordu. Bildiri araya koyulan ve Hasan Mutlucan’ın söylediği;
“Yine de şahlanıyor aman, Kolbaşının yandım da kır atı.
Görünüyor yandım aman, Bize serhat yolları…”
“Estergon kalası bre dilber aman, Subaşı durak aman…”
“Benden selam olsun Bolu beyine…” gibi kahramanlık türkülerinden sonra devamlı tekrarlanmaktaydı. Köy yolunda da bazı yakınından geçtiğim evlerden, hep aynı türküler ve aynı sesin okuduğu cümleler duyulmakta idi. Farklı bir gündü.
Daha sonraki günlerde iyice anlaşıldı ki, askeriyenin içinde organize edilen ve ‘Millî Birlik Komitesi’ ismini alan, Amerika destekli, daha sonra 4. Cumhurbaşkanı yapılan Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Cemal Gürsel’in liderliğindeki 38 kişilik küçük bir zümre, Adnan Menderes’in başbakanlığındaki hükümeti devirerek idareye el koymuştu. Komite üyelerinin birçoğu Amerikada eğitim almış alt rütbeli subaylardan oluşuyordu. Yaptığı bazı hatalara rağmen halkın büyük çoğunluğu tarafından, maddî manevî birçok başarılı icraatları nedeniyle çok sevilen Menderes’in önce tutuklanması sonra da darbecilerin güdümündeki bir mahkeme tarafından idama mahkûm edilip, infaz edilmesi milletin çoğunluğunca onaylanmadı. 14 yaşımda iken vuku bulduğuna şahit olduğum bu darbeyi yapanların ve destekçilerinin 62 yıl geçtikten sonra bile vicdanlarda affetmediğini bizzat gözlemleme imkânım oldu.
Ortaokul dönemimden unutamadığım bir husus da ikinci sınıfta iken Müzik dersinden ikmale kalmamdı. Ayrı bir başlık yaparak o konu ve ‘müzikle olan diğer takıntılarım’, bu kısmın devamında ayrıca anlatılacaktır.
Zorluklar Biterken
13-14 yaşıma tekabül eden yaşlarımda, virane bir hangarda, farelerin arasında başlayan ve kısıtlı imkânların beraberinde kendimize bakmaktan aciz olarak geçen o şartlarda bile, müzik dersi hariç hiçbir dersten ikmale kalmadan ortaokulu bitirmeyi başarmıştım. Ev şartları biraz daha iyi olsaydı ve ben de kendimi daha fazla yorsaydım ders notlarım çok daha iyi olabilirdi. Ama ben, az çalışan, ancak derslerde öğretmenleri çok dikkatle dinleyen, -imtihanlara hazırlanırken öncelik vermek üzere- hangi konulara önem verdiklerini iyi teşhis eden, az zaman ayırdığım ders çalışmalarımda ise dikkatini iyice derse yoğunlaştıran, hemen hemen çalışmakta olduğum bütün konularda yazarak özet çıkaran, genellikle erken yatıp, sabahın sessiz, oksijeni bol saatlerini tercih edip dinlenmiş bir dimağ ile çalışmayı alışkanlık adinen ve 10 üzerinden 6-7 almayı yeterli gören bir öğrenci idim. O zamanlar cep telefonu, internet, televizyon gibi dikkat dağıtan aygıtlar da bulunmuyordu.
Birçok zorlukların yaşandığı o dönemin arkasından yaz tatilleri, izin dönemleri ve sıla-i rahim hariç, bir daha ne öğrenci ne de mesleğimi icra etmek üzere Ordu’ya yolum düşmedi. Mahallî tabirle, ‘Ordu’da içecek suyum bitti.’ Ve devamında, "Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylık yaratacaktır." (Talak S./7) müjdesine uygun olarak, üç senelik Perşembe İlköğretmen Okulu dönemim başladı.
Hasan KUTLUTAŞ
(Kıssa Tadında Hatıralarım’dan)