Ordu’nun Veresiyeciliği
Ben 4-5 yaşlarımda iken 22-23 yaşlarında olan Kamil ve Ramiz isimli iki ağabeyimin babamın yanında tuğla kiremit imalatı yapmakta olduklarını, daha sonra da birlikte inşaat ustalığına gittiklerini hatırlıyorum. Çok yönlü inşaat ustası olan babam, mesleğini onlara da öğretmişti. İkisi de iyi usta idiler. 10-12 yaşlarıma geldiğimde babam birkaç sefer beni de yanında götürmüş ve tuğla ördürmeye başlatmıştı, ama ben okumaya yöneldiğimden devamı gelmedi, ‘usta’ olamadım.
İşletmekte oldukları tuğla – kiremit ocağını, toprağı müsait olan, Çakır Derenin öbür tarafındaki bahçelerimizde faaliyete geçirmişlerdi. Gece gündüz çalışırlardı. Harekete bakılırsa talep ve satış iyi idi. Evimize bir kilometre kadar uzakta olan ocağa bazen beni de götüren olurdu. Kurumakta olan sıra sıra tuğlaların arasında dolaşırdım ancak -canım istese de- henüz bir taraftan diğer tarafa çevirmeye yardım edecek kadar bile gücüm yetmezdi.
Dökülmüş, kurumakta olan tuğlaların, birçok sefer şiddetli yağmura tutulup telef olduklarına şahit olmuştum. Yağmura karşı kapalı mekânlarımız veya başka tedbirlerimiz yoktu. O zayiatın etkisiyle mi, yoksa -büyük ihtimal- memleketimizin meşhur ‘veresiyecilik’ alışkanlığının altında kalınmış olunduğundan mı 6-7 yıl işletildikten sonra, o tuğla ocağı kapatıldı.
Günümüzdeki ticaretin büyük kısmının ‘taksitli/vadeli’ olarak döndürüldüğü gibi, o yıllarda, köylerimizde komşular veya hısım akrabalar arasında ‘veresiyecilik’ çok yaygındı; “Fındık veresiye” “Eylül veresiye” en çok duyulan ve kullanılan klişe sözlerdendi.
1945-1960 arası fındık tarımının hızla yaygınlaştığı yıllardı. Her yıl genel durum ve beklenti şöyle tekrarlanırdı; Ağustos’ta fındık toplanır, yaklaşık bir ayda kurutulup harman işleri bitirilerek Eylül ayında satışa hazır hale getirilirdi. Ele geçen parayla ilk önce geçen bir yıl içinde biriken veresiye borçlar –şayet yeterli ürün alınmışsa- kapatılır ve ‘ömrün uzun, düğünün güzün olsun’ darb-ı meselinin karşıtı olarak ertelenmiş önemli aktiviteler, mahsul kalktıktan sonra gerçekleştirilirdi. Ne var ki, köylünün hesapları bazen tutsa da birçok sefer tutmaz, fındık bir sene bol ve bereketli olsa da ertesi sene genellikle ‘yandığı için’ çuvallar dolmazdı. Bolluk yıllarında ayrıca alıcı ‘tüccarların’ çeşitli entrikaları sonucunda değeriyle satılamazdı. Sonuçta veresiye alınanların hesabı veya nakit olarak alınmış borçlar kapatılamaz, olan veresiye veya borç verenlere olur, en az bir yıl daha bekleme durumunda kalırlardı.
Köylüler genellikle parasız olduklarından, fırsat buldukça -bazılarını ödeyemeyeceğini bile bile- ‘fındık veresiye’ bakkal, başka esnaf ve kişilere de borçlanırlardı. Babamın tuğla ocağı da büyük ihtimal bu ‘fındık veresiyeye’ kurban gitti. Babam yumuşak yüzlü, merhametli birisiydi. İnsanları kıramazdı. Bu tuğla işinden on yıl kadar sonra da evimizin hemen yakınında, araba yolu kenarında bir ‘köy bakkalı’ açmıştı. Galiba iki-üç sene kadar işletilebildi. Bakkal dükkânını kapattığında da küçük ebatlı ve kalınca ‘veresiye defteri,’ birçoğu tahsil edilemeyen alacak hesaplarıyla dolu idi.
Çocukluğumda, Ordu’da hemen her dükkânda, kasanın veya masanın arkasında, 20x30 cm. ebadında, renkli, çerçeveli bir resim asılı olurdu. Resmin sağ yarısında; rafları mal, kasası para dolu tertemiz ve tertipli dükkânında koltuğuna kaykılmış, ayak ayak üstüne atmış, yanakları pembe, kaygısız bir insan, sol yarısında da; rafları ve kasası boş, farelerin cirit attığı karmakarışık bir işyeri ve avurtları çökmüş, saçını başını yolan perişan bir kişi ... Sağdaki resmin üstünde ‘PEŞİN SATAN’ soldakinin üstünde de
‘VERESİYE SATAN’ ibareleri olurdu.
‘Tüccar’ Denen Tefeciler
Zaman içinde insanların birbirine olan güveni sarsıldığından, ancak daha çok nakit para yokluğuyla karşılaşıldığından, köy dâhilindeki veresiyeciliğin kapasitesi zayıf kalmaktaydı. Hal böyle olunca fındık tarımına geçen ve ondan kazanacağı paraya güvenen -gelirini giderine ayarlayabilen nadir ailelerin dışındaki- hemen her köylünün, il veya ilçenin merkezinde edindiği bir ‘tüccarı’ olurdu. Bu tüccarlar; çevresi olan, hesabını bilen, kasalarında deste deste paraları hiç eksik olmayan, insan sarrafı, ağzı laf yapan, görünümleri güven veren, ancak sıra menfaate gelince gerçekten acımasız kesilen tiplerdi.
Bu tüccarlar, köylü müşterilerinin her birinin yıllık ödeme güçleri ile ilgili bilgi sahibi olurlar ve tespit ettikleri o rakam, borç alacak defterindeki müşteriye özel sayfanın başında yazalı olurdu. Ödeme limitleri dâhilinde kalmak kaydıyla, çekingenliklerine gerek bırakmayacak şekilde müşterilerine gayet yakınlık gösterirlerdi. Öyle -herhangi bir markette alışverişe gelmiş gibi- müşterisi her hafta bile gidip para isteyebilir, onlar da herhangi bir serzenişte bulunmadan bir dediklerini iki etmezler ve her seferinde ‘fındık veresiye’ borç verirlerdi. Ancak, ödemeyi yapar yapmaz hep ellerinin altında olan kara kaplı, kalın borç alacak defterlerini açarlar, verdikleri borcun miktarını ve tarihini düzgünce yazarlardı. Borç alan köylü kaç para yazdığını ne sorabilir ne de o defteri inceleyebilirdi. ‘Aldım-verdim’ imzalaşması da olmazdı. İlişkiler eski bir müşterinin tavsiyesi üzerine kurulur, karşılıklı güven ve birbirlerine olan muhtaçlık dengesinde devam ederdi. Kefil veya teminat senedinin bile istenmediği bu dengede, bir türlü kendini toparlayamayan köylü, bu imkânı kaybetmemek ve itibarını zedelememek için, her yıl ödeyeceği borç listesinin başına tüccarını yazardı. Tüccar da borç verirken not düştüğü ana para miktarında oynama yapmaz ismini ‘hileci’ye çıkartmazdı.
Bu güzellemelere karşılık ‘tüccar’ dediğimiz o kişiler, sıra menfaat devşirmesine geldiğinde tam bir acımasızlık sergilerler, ‘tefeciliğin’ en âlâsını yapmaktan çekinmezlerdi. Fındık hasadına bir iki ay bile kalsa, hatta hasat mevsimi girdiğinde amele parası bile alınsa –o enflasyonsuz zamanlarda bile- yüzde elli faiz yazarlardı. Onunla da yetinmezler, mecburen kendilerine götürülen fındığa iki üç puan düşük randıman uygularlar, üstelik bir de fire (kuruma ve kurt yeniğiyle ilgili pay) düşerler, fiyatı da piyasanın biraz altından keserlerdi. Müşterilerine satmak üzere gübre veya haşere ilacı da bulundururlar, bunları veresiye verirlerken fiyatlarını piyasaya göre yüksek tutarlar, bedellerini borç listesine koyup bir de faiz eklerlerdi. O yılın fındığı borç kapatmaya yetmeyince de kalan miktarın üzerine tekrar faiz ekleyerek ertesi yıla ertelerlerdi.
Bu ‘tüccar’ denen tefecilere bir takılan, ömrü boyunca kolay kolay kurtulamazdı. Bir ‘iyi’ tarafları, icraya verip araziye, eşyaya el koyma yoluna gitmezler, böylece hem isimlerinin ‘icracı’ olarak anılmasını önlemiş olurlar hem de köylüyü, ‘ödeme gücüne’ göre borç verme prensibine bağlı kalarak, ‘devamlı süt alınan inek’ misali, uzun vadeli sömürmeyi tercih ederlerdi. Müşteriden, ölüm veya herhangi bir sebeple bir miktar alacakları kalsa –geçmişte kat kat fazlasıyla çıkarmış olduklarından- pek üzerinde durmazlar, silip geçerlerdi.
Bu marifetli tefecilerden bir kısmının arkasında, İstanbul’da ikamet eden ve bunlarla ‘kar ortağı olan Yahudi veya Ermeni para babalarının’ olduğu söylenirdi. Ordu il merkezinde o sıralar Ermeni olarak bizzat tüccarlık yapan bir iki isim duyulurdu, ancak Yahudilerin taşra ilçelerinde bizzat ticaret yaptıklarına hiç rastlanmazdı. Göçüp gitmeden önce en kalabalık nüfusa sahip oldukları söylenmesine rağmen o para piyasasında Rumların adı ise hiç geçmezdi. İstanbul’daki o gayr-i müslim büyük sermaye sahiplerinin, köylerde veya o beldede yaşamakta olup da bu anlatılan vasıflara uygun tüccarlık (tefecilik) kabiliyet ve dirayetine sahip, çevresi geniş kişileri tespit etmek üzere özel araştırmacılar gönderdikleri, bulabildikleri o müsait kişilere, çevrelerindeki köylüye vermek üzere yeterli paraları temin ettikleri, böylece her bir iki yıl içinde kazançlarını ikiye katladıkları söylenen veya görülebilen şeylerdendi. Zira zaman zaman hiç umulmadık kişiler bir anda, bir köşe başında ‘fındık tüccarı’ olarak ortaya çıkabiliyordu. Bütün bunlara karşılık kıyıda köşede, kısıtlı imkânlarıyla, helal yoldan, rayiç fiyatlarla fındık, gübre, ilaç alıp satan, para ticareti yapmayan, -dolayısıyla kısa zamanda büyük servetlerin sahibi olmayan- dürüst ve küçük esnaflar da yok değildi.
‘Tüccar’ denen tefecilerin bu kadar yaygın, aranır ve ekonomik hayatın önemli bir parçası olması, aslında -o zamana göre- bölgenin sosyal ve ekonomik yapısıyla örtüşen bir durumdu. Fındığın üreticiyi sadece iki ay kadar meşgul etmesi, kalan boş vakitlerinde köylünün alternatif iş ve gelir kaynaklarına yönlendirilememesi, hatta her köyde birkaç tane bulunan ve adına “kahvehane” denen, aslında birer ‘tembelhane’ hatta ‘kumarhane’ olan atalet yuvalarına yönelmelerine zemin hazırlanması sebeplerin bir kısmı olarak görülebilir.
Köylüyü Kalkındırma (!) Kooperatifleri
Köylünün nakit ihtiyacı vesilesiyle söz ‘tüccar’ denen bu tefecilerden açılmışken, o dönemde bazı merkezî köylerde şubeleri bulunan ve asıl amacı çiftçinin malî ihtiyaçlarına destek olmak ve yaptığı işle ilgili bilgi seviyelerini yükseltmek olan Tarım Kredi Kooperatiflerine de kısaca değinmekte fayda olabilir.
Bildim bileli 1935 yılında mevzuatlarında son düzenlemeleri yapılan bu kamu kuruluşunun varlığını duyardım da bunların köylüye herhangi bir teknik bilgi desteği sağladığına hiç şahit olmamışımdır. Bütün yaptıkları, çiftçiye yıllar önce bir sefer verdikleri krediyi, faizini tahsil ettikten sonra bir yıl daha yenileme formalitesiydi. Şöyle ki; Her fındık üreticisi köylüye yıllar önce, -mesela- yıllık yüzde otuz faizle bir kredi limiti tanınırdı. Tüccarlara göre oldukça avantajlı görülerek bu kredi birçok köylü tarafından kullanılırdı. Ancak senesi dolunca faiziyle beraber bu borcu kapatması gerekirken, köylü bu imkânı –diğer borç ve masraflarının yanında- bir türlü oluşturamadığından sadece o yılın faizi olan meblağı ödeyip ana parayı bir yıl daha erteletme yoluna giderdi. Dolayısıyla, aslında köylüyü kalkındırmak için kurulan bu kooperatif şubeleri, yıllık faizi alıp ana borcu erteleme bürosu gibi, yani bir başka çeşit sömürü ocağı olarak çalışan kurumlara dönüşmüştü. (Bir örnek hesap: Babam, 1950 yılında bir sefer aldığı 8 bin liraya, yüzde otuzdan, yılda 2400 lira olmak üzere, 35 senede, yani 1985 yılında borcun aslını da tüm kapatana kadar, ana borç ve işlem masrafları hariç, 84 bin lira faiz ödemişti.)
Babamdan Aldığım Dua
Aklımın ermeye başlamasından itibaren babamı hep; fındık dönemlerinin sonunda kooperatif borcunu erteletirken, ‘tüccarı’ ile hesap keserken, birçok sefer de mahsulün borçlarına yetmediği yıllarda dalgın dalgın –farkında olmadan yaptığı el kol ve mimik hareketlerinin beraberinde- borç hesabı yaparken hatırlarım. 7-8 yaşıma kadar taklidini yaptığım o hareketlerini, daha sonraki yıllarda ise acıma üzülme karışımı, elden bir şey gelmeden sessizce ve göz ucuyla takip etmişimdir. Borcuna azami derecede hassas olan, eksiksiz ve zamanında ödemeye çalışan babamı, bu yönüyle çok takdir ederdim. Bu hassasiyeti sebebiyle, çevresinde –o zamanki tabirle- ‘itibarlı’ bir kişi durumundaydı. Alacakları kalmıştır da kimseye borçlu kalmamıştır. Ne var ki bu itibarını korurken çok çalışır, yeni işlere girer, ancak kalabalık ailenin, on çocuğu evlendirmenin, eksik olmayan misafirlerin masrafı altında borç sarmalından bir türlü kurtulamazdı. 1970 yılında, biriken borçlarını kapatmak ve benim düğün masrafımı karşılamak üzere 12 dönümlük fındık bahçemizi satmayı da bu borç hassasiyetinden dolayı tercih etmişti. Yukarıda anlatmaya çalıştığım tüccar ve kooperatiflerin çalışmalarındaki detaylara da, babamın onlarla olan ilişkilerini bizzat gözlemleyen biri olarak vakıf olmuştum.
Ama Allah (c.c.) bana, vefatından birkaç yıl önce, son derece önemsediğim bir duayı almayı nasip etti; İş hayatımı Ankara’da, özel sektörde, oldukça iyi bir konumda devam ettirirken maddî durumum düzelmeye başlayınca, üç ayda bir gittiğim ziyaretlerimden babama cüzi miktarlarda maddî desteklerim başlamıştı. O mutat ziyaretlerimin birinde babama dedim ki; “- Baba, gel seninle bir iş yapalım, önce kime ne kadar borcun var, onları bir listeleyelim, sonra da beraber gidip tek tek kapatıp helalleşelim.” Önce inanamadı, heyecanlandı, sevindi. Oturduk, başta kooperatif ve tüccar Nizam olmak üzere, bakkalın, Ordu Kömür Pazarındaki ayakkabıcımız ‘çapulacı Ahmet’in,’ ve terzimiz olan Mülazim ustamızın bulunduğu listemizi yaptık, sonra da birlikte gidip tek tek ödedik. Vergi dairesine de uğramış olabiliriz. Bir memnun kaldı, bir rahatladı ki, tarif edemem. Unutamadığım ve hayatımdaki en mutlu günlerimden birini yaşadığım işte o gün, babamın içinden gele gele ettiği çok değerli dualarını almam kısmet oldu. Elhamdülillah.
Ondan sonraki kısa hayatında, hem eskisi gibi önemli masrafların sorumluluğu ile baş başa olmadığından, hem de öncelikle –borçlara dağıtma durumu olmaksızın- elinde kalan fındığın geliri olmak üzere rahat geçinecek gelire ulaştığından, tekrar eski durumlara düşmedi.
Tefeciler Gitti İsraf ve Bankalar Geldi
1950’den sonrasında yarım asır süren o tefecilerce yürütülen sömürü döneminin arkası ise şöyle geldi: Fındık tarımı yüz güldürmeyince, tüccarlardan kurtulmanın imkânsızlığı görüldükçe, ilde istihdam sağlayacak üretim kuruluşları yok denecek kadar az olunca, nüfus da arttıkça çareler aramaktan geri durmayan aile reisleri, bir yandan çocuklarını okutup memur yapmaya, diğer taraftan ve çoğu zaman İstanbul’un veya Almanya’nın yollarına düşmeye başladılar. Bu yönüyle halen sanayisi olmayan, turizmi de gelişmemiş olan Doğu Karadeniz, ülkemizin en çok ‘göç veren’ bölgesi durumunu devam ettirmektedir.
Para ticareti yapan tefeci/tüccar sınıfı yok olurken, geçiş döneminde takdir edilmesi gereken bir önemli gelişme olarak, yeni kuşakların bir kısmı fındığa katma değer sağlayan, istihdama destek olan atılımlara imza atar oldular. Ham maddesi fındık olan tesislerde kırma işlerinden başlanarak, paketleme ve vakumlama gibi ameliyelere, devamında da ezme, krema, çikolata çeşitlerinin imalatına yönelerek, yurt içi ve ihracat pazarlarında, kuru yemiş ve gıda reyonlarında yer almaya başladılar.
Büyük değişim para piyasasında yaşandı; bölgede köylü vatandaşın nakit paraya kolay ulaştığı tüccar/tefecilerin sömürü düzeninin yerini bankalar aldı. Ürün reklamlarından daha fazla para verme, kredi kullandırma reklamları medyayı kapladı. Çeşitli sebeplerle israf hat safhaya çıktı. Tutumluluk uzaklaşırken tüketim kültürü bütün gündeme hâkim oldu. Kazançlar arttıkça masrafların oranı onun da üzerinde artar oldu. Herkesin cebinde birden fazla bankanın kredi kartı bulunmaya, bankalardan kullanılan krediyle övünülmeye başlandı. Devlet sık sık ‘vergi barışı’ adı altında borç silme işlemi veya yapılandırması yapmak zorunda kaldı. Ve sonuçta, geldiğimiz noktada 85 milyonluk ülkemizde, 975 icra dairesiyle, her yıl eklenen bir buçuk milyonu bulan dosyasıyla, açılmış 25 milyon icra davasıyla rekorlar kırar duruma geldik.
Kısa sayılabilecek zaman öncesinde büyüklerin yaşadıkları o nice yokluk ve yoksulluklar ise gençler tarafından, nadiren de olsa, mazide kalan, garipsenen birer fantezi hatıralar olarak anılır oldu.
Hasan KUTLUTAŞ
(Kıssa Tadında Hatıralarım’dan)