ABDESTSİZ NAMAZ KILDIRAN İMAM
Yaklaşık 20 sene önceydi. Namaz kılmak, mersiye meclislerine ve bayram merasimine katılmak için genelde evimize yakın mahallemizdeki camiye giderdik. Camimizin hocası, Şeyh Hadi adında bir hocaydı. Mahalleliler tarafından sevilen, sayılan ve güvenilen biriydi...
Günlerden birinde akşam namazını kılmak için camiye gittim. Henüz ezan okunmamıştı. Abdest almak için alt kattaki abdesthaneye indim. Tuvaletlerin boşalmasını beklerken, kabin kapılarından birinin açıldığını gördüm. İçeriden çıkan, cami hocası Şeyh Hadi idi...
Selamlaşıp, hâl hatır sorduktan sonra hoca efendinin abdest almadan yukarıya çıktığını fark ettim...
Çok şaşırmıştım...
Başka da abdest alma yeri olmadığı için nerede abdest alacak diye merakla hocayı takip ettim...
Fakat hayretler içinde Şeyh Hadi’nin abdest almadan direkt camiye girip mihraba yöneldiğini gördüm...
Ezan ve kameti okuyup namazı kıldırmaya başladı ve arkasında saf tutanlar da tekbir getirip ona bağlandılar...
Bense yerimde donup kalmıştım...
Hemen koşup, senelerdir ahbaplığımız olan Hacı Ali’nin yanında durdum ve ona, kendi gözlerimle şahit olduğum olayı, “hocanın abdestsiz namaz kıldırdığını, tuvaletten çıkıp abdest almadan mihraba geçtiğini” söyledim...
Bana tam güveni olan Hacı Ali de şaşkınlık içinde; “madem öyle, o zaman namazı münferit kılarız.” dedi.
Derken...
Bu olay mahalle komşuları arasında kulaktan kulağa hızla yayıldı; ben ve arkadaşlarım cami cemaatini Şeyh Hadi’nin namazları abdestsiz kıldırdığından haberdar ettik, böylece camiye gelip cemaat namazına katılan herkes Şeyh Hadi’nin etrafından dağıldı.
Hatta birkaç gün sonra -kendisinden önce-, ailesi de olayı duydu. Şeyh, şüyu bulmuş söylentinin asılsızlığını anlatmaktan aciz kaldığı gibi ailesini bile iknada zorlandı.
Artık hemen her yerde Şeyh Hadi’nin şüpheli biri olduğu, Müslüman bile olmadığı, casusluk yaptığı… şeklinde sözler konuşuluyordu...
Şeyh Hadi birkaç gün sonra artık bu beldeyi terk edip uzaklara gitmeye karar verdiğinde, eşi kendisine katılmadı, tartışıp babasının evine gitti. Çocukları da düşülen bu onur kırıcı durumdan dolayı babalarını terk ettiler...
Nihayet Şeyh Hadi kısa bir süre sonra bizim mahalleyi terk etmek zorunda kaldı ve bir süre sonra da ondan hiçbir haber almaz olduk...
***
Bu olaydan iki sene sonra eşimle birlikte umreye gitmiştik. Mekke’nin farklı hava ve su şartlarından dolayı çok kötü hastalanmıştım...
Tahran’a döndüğümde ilk işim doktora gitmek oldu. Doktor, muayene sonrası bir miktar hap ve iğne yazdı...
Ertesi gün abdest alıp namaz kılmak için camiye gitmek isterken, yol üzerindeki kliniğe girdim, ardından da iğneyi yaptırıp camiye geçtim. Henüz ezan okunmamıştı. ‘İğnenin yeri kanamış olabilir…’ diye tuvalet kabine girip (kontrol edip) yıkamayı düşündüm...
Tam tuvaletten (kabinden) çıkıyordum ki Şeyh Hadi aklıma geldi...
Birden gözlerim karardı...
Başım dönüyordu ve baygınlık geçirecek hâle gelmiştim. Sanki dünya başıma yıkılıyordu!
Allah’ım! Yoksa Şeyh Hadi de benim gibi iğne yerini yıkamak için mi tuvaleti kullanmıştı!
Aklım durmuştu, ne yapacağımı bilmiyordum...
Hemen eve döndüm ve o gece sabaha kadar uyuyamadım. Şeyh Hadi’yi düşünüp duruyordum. Cahil olan ben ve benden daha cahil olan dindar arkadaşlarım nasıl olmuştu da bilmeden, ‘Allah rızası için (!)’ Şeyh’in haysiyetiyle oynamış, itibarını yerle yeksan etmiş, ailesini darmadağın etmiştik!
Ertesi gün telaşla evden çıktım ve Şeyh Hadi’yi aramaya koyuldum. Cami cemaatinden Hacı İbrahim’in yanına koştum. Önemli bir iş için Şeyh Hadi’yi bulmam gerektiğini söyledim. O da “Şah Abdulazim’in türbesinin yanındaki pazarda, ıtır satıcılığıyla meşgul olan Hacı Ahmet adında biriyle samimi olduğunu, sürekli onun yanına gidip geldiğini, bilirse sadece onun bilebileceğini” söyledi.
Hemen verdiği adrese gittim.
Esnafın yardımıyla Hacı Ahmet’i buldum. Yüzü nurlu, sefalı, mümin bir simaya sahip yaşlı biriydi... Kendisine Şeyh Hadi’yi sordum. Başını salladı, ardından da şöyle dedi:
- “İki sene önceydi. Şeyh Hadi çok üzgün ve dertli bir vaziyette dükkâna geldi. Onu hiç o hâlde görmemiştim. Bu kadar üzüntülü olduğuna şaşırmıştım.
Ne olduğunu sordum, şöyle dedi: “Yaptırdığım iğnenin yerini yıkamak için tuvalete girmiştim. Cami cemaati hiç sormadan bana bir iftirada bulundular ve ‘abdest almadan namaz kıldırdığımı’ söylediler. Kısacası, haysiyetimle oynadılar, itibarımı bitirdiler, evimi yıktılar, bu şehirde kalacak yüzüm kalmadı, burayı terk etmek zorundayım artık. Bana neler yaptıklarına sen şahit ol diye bunu sana söyledim.”
Bunları dedikten sonra da Irak’a gideceğini, İmam Ali’nin türbesinin bulunduğu Necef’e yerleşeceğini ve geriye kalan ömrünü orada geçireceğini söyledi ve gitti. O günden beridir ben de ondan hiçbir haber almamışım...”
***
Sözler boğazımda düğümlenmiş, gözlerim dolmuştu. Hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Allah’ım! Bu ne halttı benim işlediğim!
Şu an tam 20 senedir bu olayı unutamıyorum ve ben Necef’e gidip gelen herkese Şeyh Hadi’yi soruyorum; ama maalesef mazlum Şeyh Hadi’den haberi olan hiçbir Müslüman yok...
Evet dostlar!
Duyduklarımız ya da gördüklerimiz gerçek olsa da işin aslı öyle olmayabilir...
Bir kişi ya da olay hakkında hakikati bilmeden bir kanıya varmak, hüküm vermek yanılgıya düşürebilir, bir zulme sebep olabilir.
Hakikati bilmek için bırakın bize bir başkası tarafından söyleneni; kulağımızla duyduklarımızı ve dahi gözümüzle gördüklerimizi bile tahkik etmemiz lazım...
İnsanoğlu dünyayı zapt eder, ama “ağzını” zapt edemez!.. (Hz. Mevlana)
***
(Bu olayı kaleme alan, Tahran İmam Sadık Üniversitesi hocalarından Dr. Hüsamettin Aşina ‘nın notları burada bitiyor. Ders çıkarılsın, ibret alınsın diye, başından geçeni başkalarıyla da paylaştığı için, Allah (cc) kendisinden razı olsun.)
***
Bu, -doğruluğu gayet muhtemel- ‘yaşanmış olayı’ okuyanlar olarak bir düşünsek; Aslında paranoyak olmadığımız halde, her birimizin hayatında -sonradan gerçekle ilgisizliği anlaşılan- büyük zanlar (şüphe, sanma, kesin olmayan bilgi) olabildiği gibi, günlük hayatımızda nice önyargılarımızın, nice küçük zanlarımızın varlığı da bir gerçektir. Çok dikkat edilmesi gereken, hemen her vesileyle hataya günaha düşülme ihtimali olan bir varta.
Yaratıcımız (cc) bu önemli hataya düşme eğiliminde olduğumuzu bildiği için, bizleri - gerek ayetleriyle, gerekse elçisi Hz.Muhammed (sav) vasıtasıyla- tekrar tekrar, en anlaşılır şekilde ikaz etmiştir;
“Ey iman edenler! Zandan çok kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını (gizli yönlerini) araştırmayın. (Hucurat S.12)
ÇOCUK - ELMA - ANNE
Bir çocuğun elinde iki tane elma varmış. Annesi demiş ki; “-Elmalardan bir tanesini bana verir misin?” Çocuk, elindeki elmaların önce birini sonra diğerini ısırmış. Annenin dudaklarındaki tebessüm birden bire donup kalmış. Yüzünden, kızının onu hayal kırıklığına uğrattığı okunuyormuş. Ama çocuk ısırdığı elmalardan birini annesine uzatarak; “-Al anne bu tatlı demiş…” Anne öylece kalakalmış.
***
Ne kadar tecrübeli olursanız olun, ön yargıda bulunmayı geciktirin, açıklamak için karşınızdakine fırsat verin. Her duyduğunuza inanıp, peşin hükümlü olmayın.
(‘ABDESTSİZ NAMAZ KILDIRAN İMAM’
HİKAYESİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ)
HÜS-Ü ZAN, SU-İ ZAN
Bir düşünsek; Aslında paranoyak olmadığımız halde her birimizin hayatında -sonradan gerçekle ilgisizliği anlaşılan- büyük zanlar (şüphe, sanma, kesin olmayan bilgi) olabildiği gibi günlük hayatımızda nice önyargılarımızın, nice küçük zanlarımızın varlığı da bir gerçektir. Çok dikkat edilmesi gereken, hemen her vesileyle hataya günaha düşülme ihtimali olan bir varta.
Yaratıcımız (cc) bu önemli hataya düşme eğiliminde olduğumuzu bildiği için, bizleri -gerek ayetleriyle, gerekse elçisi Hz.Muhammed (sav) vasıtasıyla- tekrar tekrar en anlaşılır şekilde ikaz etmiştir;
“Ey iman edenler! Zandan çok kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını (gizli yönlerini) araştırmayın. (Hucurat S.12)
Burada ‘zannın bir kısmı günahtır’ ifadesinden, haliyle şöyle bir şey anlaşılır; “Demek ki, zannın bir kısmı da günah değildir.” Aynen öyle; Memleketin bekası, milletin huzuru için yetkili kurum ve kişilerin, alternatiflerin (zanların) tamamını masaya yatırıp bilgi toplaması, üzerlerinde araştırma ve analizler yapması… kaçınılmazdır. Keza, tüzel veya gerçek kişilerin, belirtileri olan veya teyakkuz halini gerektiren bazı özel konularda gerçeğe ulaşmak için zanlardan hareket etmeleri de olağandır. Ne var ki, gerçek tam olarak ortaya çıkmadan, o muhtemel zanları -gerçekmiş gibi- dillendirmek ‘büyük sorumluluk’ kapsamındadır.
(Detayları bilmeyenlere enteresan gelebilir; Çağdaş laik -seküler hukukta- Türkiye’deki de dahil- yargı süreci şöyle işler: Savcılık makamı, suçluluk ihtimaline binaen bir kişinin gıyabında bir araştırma dosyası açmışsa, o kişi o safhada “şüpheli”, şüpheli hakkında resmen dava dosyası açıldığında, “sanık” olarak anılır. Suçlamanın önemi, kaçma, delil karartma… ihtimallerine bağlı olarak kişi mahkeme kararıyla tutuklansa bile, kişi halen ya “şüpheli” ya da “sanık” sayılır. Ta ki suç sabit bulunup ta cezaya hükmedildiğinde, o cezanın da dahili ve uluslararası üst mahkemelerce onanmasından sonradır ki o kişi “hükümlü” sayılır. Artık bu safhadan sonra o kişiyi, o suçun faili olarak görme durumumuz olabilir. Yani birçok sefer yaptığımız üzere, kestirmeden ona buna, ayak üstü mesnetsiz yakıştırmalarda bulunup; “şu suçu işlemiştir” demeye, kanunen de dinen de hakkımız yoktur. Aslında aklın ve kanun yapıcı bağımsız vicdanın ulaşacağı yer -birçok zaman-ilahi kaynaklı dinlerin de öngördüğü yerdir. 1948’de yayınlanan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile ondan 1316 yıl önceki Hz. Muhammed’in “Veda Hutbesi”ni karşılaştıranlar, birçok hususta bire bir mutabakat olduğunu hayret ve takdirle görmektedirler. Yeter ki vicdanlara baskı yapılmasın, konjoktörel davranılmasın, kitle vicdanında da kabul görme niyetinde olunsun, adalet duygusu ön planda tutulsun, ‘kovboyluk heveslerine’ tevessül edilmesin…)
“Kahrolsun, o ‘zan ve tahminle’ yalan söyleyenler” (Zariyat S.10)
“… Gerçekte zan, haktan yana hiçbir yarar sağlamaz.” (Necm S.28)
“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeye dayanıp karar verme. Çünkü kulak, göz ve kalp, evet bunların hepsi (verdiğin karar, vardığın sonuçtan) sorumludur ve sorguya çekilecektir.” (İsra S.36)
Hz. Muhmammed (sav) Efendimiz’in, bu önemli konu ile ilgili bazı ikazları;
“Her işittiğini söylemek, kişiye günah olarak yeter.”
“Su-i zandan sakının, çünkü zan, sözlerin en yalanıdır.”
“Birbirinizin eksiğini görmeye çalışmayınız, hususi ve mahrem hayatını da araştırmayınız.”
“Mümin hakkındaki güzel zan, güzel ibadetten sayılır.”
“Başkaları hakkında iyi ve güzel zanda (hüsn-ü zanda) bulunmak, kişinin kulluğunun güzelliğindendir.”
***
Konu açılmışken ilgili ve önemli bulduğum bir iki hususa daha değinmek isterim;
‘Su-i zan,’ yani insanlar hakkında tam bir bilgiye sahip olmadan kötü düşüncelerde bulunmak, çok büyük bir vebal olmakla beraber ‘hüsn-ü zan’da yani insanlar hakkında, tam bir bilgiye sahip olmadan iyi düşüncelerde bulunurken de -hele o hüsn-ü zan ettiği kişi ile yüzyüze iken daha bir- dikkatli olunmalıdır. Okuyunuz;
“(Bir kere) Nebi’nin (sav) huzurunda bir kişi, oradaki diğer bir kişiyi övmüştü. Bunun üzerine Resulullah; “-Tuhaf şey! Sen (böyle söylemekle) arkadaşının boynunu vurdun, yazıklar olsun sana! Sen arkadaşının boynunu vurdun.” Buyurdu. Sonra da; “- Sizden her kim (din) kardeşini methetmek mevkiinde bulunursa: ‘- Filan kişiyi (görünüşe göre) iyi sanırım. Onun durumunu en doğru Allah bilir. Ben, Allah’a karşı kimseye (görünüşüne bakıp da) ‘mükemmeldir’ diyemem, ’onu şöyle şöyle zannederim’ desin. Bunu da (hakikaten) o kimseyi bu surette zannediyorsa, öyle söylesin.” buyurmuşlardır.
***
Bu yazının hazırlık safhasında birçok kaynağa başvuruldu. Bu vesileyle, gözlemleyip de üzüldüğüm bir hususu sizlerle paylaşmak istiyorum; “Zan” çok kaçınılması gereken, dünyada da her yapıp söylediklerimizin hesabının verileceği günde de… sorumluluğu ağır olan, -hatta hüsn-ü zanda bulunurken bile ihtiyatlı olunması gereken- bir mesele. Dahası, günlük hayatımızda gerek kendimizde, gerekse çevremizde pek çok sefer karşılaşabildiğimiz, Adem(as)’dan
bu yana yakamızı bırakmayan, kıyamete kadar da bırakmayacak bir zaaf… Hal böyle iken bu mühim konuyu işleyen, inceleyen kaynakların hemen birçoğunda ‘zan ve yanılmaya’, ‘zan ve sonuçlarına’ vurgu yapan en saygın kaynaklarda bile, asırlardır buluna buluna, daha çok “Nalıncı Baba” olarak bilinip tanınan -birçok yönüyle- yaşanmışlık ihtimali olmayan, ancak konunun ilginçliği ile dikkati çeken bir menkıbenin “kıssa” adı altında sunulduğunu görmekteyiz. ’Kıssa’ diye sunulan menkıbeye bir de siz bakınız;
Sultan 2. Murat Han bir garip rüya görüp, haline ilgi duyan sadrazam Siyavuş Paşa ile, molla kılığında şehre çıkıyorlar.
Aradığını tesadüfen buluyorlar; bakıyorlar ki, yerde yatan ‘ölmüş bir adam’ var. Etraftaki kırk yıllık komşuları cenazeyle ilgilenmedikleri gibi, ölenin aleyhinde konuşuyorlar; ‘Kazandığını hep içkiye fuhuşa harcıyormuş, hayatı boyunca camiye geldiğini gören yokmuş,..’ Yani cenazeyi kaldıran yok aleyhinde konuşan çok. 2. Murat ile Siyavuş Paşa cenazeyi camiye taşıyorlar, yıkama, kefenleme, tabuta yerleştirmeye işlerini bitiriyorlar... Ancak ondan sonra meftanın ailesini soruşturmak akıllarına gelmiş oluyor, padişah araştırmaya gidiyor, nitekim evini buluyor, kapıyı yaşlı eşi açıyor. Başlıyor kocasının sırrını anlatmaya;
“…Nalıncılık yapardı, birinin elinde şarap şişesi görmeye görsün, -içipde günaha girmesinler diye- bütün kazancını verip, şarabı satın alır, sonra getirip dökerdi… ‘Malum kadınlara’ ücretlerini öder, zamanlarını satın alır, eve getirir, bana teslim eder, kendisi çıkar gider, ben de onlara -tövbekar olsunlar, hayatlarını değiştirsinler diye- dini kitap, ilmihal okurdum...Vakit namazlarına hep, ‘tekbir aldığında Kabe’yi gören imamların bulunduğu’ uzak semt mescitlerine giderdi… Bir gün kendisine; “Bak efendi sen böyle yaptıkça komşular seni kötü belleyecek, cenazen ortada kalacak, seni kim yıkayıp kaldıracak...’ dedim. O da, ‘Allah büyüktür hanım. Hem padişahın işi ne!..” diye cevap verdi.”
***
‘Kıssa’ adı altında sunulan menkıbede; ölenin arkasından konuşma var, merhametsizlik var, komşu hakkına riayetsizlik var, su-i zan var, insanların ısrarla yıllar yılı su-i zanna teşvik edilmesi…var. ‘Merhametsiz, insafsız, kaba saba komşu tiplemeleriyle’ yeni nesilleri Osmanlı’dan, atalardan soğutma… var. Kaş yapayım derken nice gözün çıkarıldığı, yanlış bir tercih... Sanki, her gün işlediğimiz önyargı ve su-i zan sorumluluğumuza karşı, 550 yıl önce yaşamış insanlara mal ettiğimiz ‘kıssa görünümlü’ bir menkıbeden avuntu arıyor gibiyiz. Kaldı ki daha iyi anlaşılmasını sağlamak için su-i zan gibi önemli konuların, illa ki bir kıssa ile desteklenmesi de gerekmez, ayetler, hadisler, gerçekler… fazlasıyla yeter, zorlamaya ne lüzum var.
Su-i zan gayet önemli bir konu, günlük hayatımızla pek çok vesileyle iç içe olan bir konu… Her şeyde, özellikle ’ibret’ için anlatılanlarda tutarlılık, güvenilirlik olmalı… Kur’an’ın etkisine ve Allah tarafından gönderildiğinin en önemli delillerinden birisi, güvenilirliğidir, Üslubunda, manasında, hükümlerinde… hiçbir tutarsızlığa rastlanmamasıdır. (Bak:Nisa S-82’)
Dini kaynaklarımızdaki -Kur’an’daki ve sahih hadislerdeki kıssalar hariç- diğer kıssaların, menkıbelerin durumunu ele alıp kritiğini yapmanın başlı başına önemsenecek bir husus olduğu kanaatindeyim. Kıssa-naşirlik değil de etki gücünü hakikaten yaşanmış olmaktan alacak, ‘kıssa değerinde’ ibret alınacak, ders çıkarılacak... olayların yer bulacağı bu sitede, yeri geldikçe bu tarihi yanlışlar ve de doğrular dile getirilmeye çalışılacaktır. ’Ciddi’ meselelerin kaynakları da misalleri de ciddi olmalıdır. “Mübalağa da bir yalandır” sözü hafife alınmamalıdır. Bu hassas konularda ‘bir yanlış bir doğruyu götürmez, bir yanlış birçok doğruyu götürebilir.’ Her inananın son yüce dinin haysiyetini koruma mükellefiyeti olmalıdır. Günlük hayatta da güzel, hikmetli, örnek… davranışlarla bezenip, hep birlikte doğruyu bulmaya, çağdaş neslimize ve geleceğe faydalı olmaya çalışılmalıdır.
Bu menkıbede inanç yapımızın önemli bir kuralı daha ihlal ediliyor, ‘kaş yapayım derken göz çıkarılıyor’; İnsanlar, su-i zan gibi önemli bir günahtan sakınma hassasiyetine davet edilirken, “başkalarının su-i zannına gıybet ve dedikodu yapmalarına sebep olacak davranışlardan kaçınmak” prensibine hiç riayet edilmiyor. Bu konuda, rehberimiz Peygamber Efendimiz’deki (sav) hassasiyete bakarmısınız; “Bir akşam, mübarek annelerimizden biriyle bir yere giderken (veya harici mekanda konuşurlarken) karşıdan iki Sahabe geliyor. Tam yaklaştıklarında, onları durdurup, hanımının da peçesini kaldırıp; “bakınız, bu benim hanımım falancadır…” buyuruyor. Sahabe efendilerimiz, “estağfurullah ya Resulallah, sizden de mi şüphe edilir!..” derler. Efendimiz (sav) de, su-i zanna şüpheye dedikoduya… sebep olabilecek davranışlardan kaçınılması gerektiğini kastederek; “Kanın insanın damarlarında dolaştığı gibi, şeytan da insana nüfuz eder, kalbine şüphe sokar.” buyurur.
***
Bu Hadis-i Şerif’teki hassasiyeti keşke hepimiz her vesileyle uygulasak, su-i zanna sebep olma ihtimali olan küçük büyük her davranışımıza uygun zaman ve zeminde bir açıklık getirsek.
Bu ‘su-i zanna sebep olmama meselesi’ o kadar önemlidir ki, yukarıdaki Hadis- Şerif’e istinaden müçtehitler; Su-i zanna sebep olanın sorumluluğunu (günahını), su-i zanda bulunanınki ile ayni saymışlardır.
İşin bir başka vahim boyutuna dikkatinizi çekeyim; Ülkemizde yürürlükte bulunan Türk Medeni Kanunu’na göre, ‘eşler arası güven sarsıcı davranışlar’ -Yargıtay’ın da onayı ile- davacının boşanma isteminde, ‘geçerli bir sebep’ sayılmaktadır. Güven sarsıcı örnek olaylar incelendiğinde ise, hemen hepsinde “bir eşin, diğer eşi su-i zanna sevk edici davranışları…” görülmektedir.
Bu önemli değinmelerden sonra, ayrıca; “Başkalarını su-i zanna sevk edici davranışlardan sakının, aman ha bu konuya çok dikkat edin !..” demeye gerek kalmamıştır herhalde…
Böylece, kadim bir eksikliğimize de daha bir açıklık gelmiş olduğunu umarım; Bizler hep oldum olası; “su-i zanda bulunmamalı, su-i zan günahtır…“ deriz, Halbuki, çok önemli bir diğer düstur da, ‘Su-i zanna sebep olmama’ gayret ve hassasiyeti içinde olmakmış…
Hasan KUTLUTAŞ ehitler; Su-i zanna sebep olanın sorumluluğunu (günahını), su-i zanda bulunanınki ile ayni saymışlardır.
İşin bir başka vahim boyutuna dikkatinizi çekeyim; Ülkemizde yürürlükte bulunan Türk Medeni Kanunu’na göre, ‘eşler arası güven sarsıcı davranışlar’ -Yargıtay’ın da onayı ile- davacının boşanma isteminde, ‘geçerli bir sebep’ sayılmaktadır. Güven sarsıcı örnek olaylar incelendiğinde ise, hemen hepsinde “bir eşin, diğer eşi su-i zanna sevk edici davranışları…” görülmektedir.
Bu önemli değinmelerden sonra, ayrıca; “Başkalarını su-i zanna sevk edici davranışlardan sakının, aman ha bu konuya çok dikkat edin !..” demeye gerek kalmamıştır herhalde…
Böylece, kadim bir eksikliğimize de daha bir açıklık gelmiş olduğunu umarım; Bizler hep oldum olası; “su-i zanda bulunmamalı, su-i zan günahtır…“ deriz, Halbuki, çok önemli bir diğer düstur da, ‘Su-i zanna sebep olmama’ gayret ve hassasiyeti içinde olmakmış…
Hasan KUTLUTAŞ