AY ŞAHİDİM OLSUN !..
BİR VAHŞET Kİ!..
1958-1959 öğretim yılında ortaokul birinci sınıfı İstanbul’da Şişli ilçesinin Kurtuluş semtindeki Talat Paşa Ortaokulu’nda okumuştum. İstanbul ve bütün Türkiye, o sıralarda, -üzerinden 65 sene geçtiği halde hafızamda canlılığını devam ettiren- bir ‘canavarlık olayı’ ile çalkalanıyordu; Boğaz’ın bütün koyları köyleri gibi, Üsküdar’a bağlı Salacak, o zamanlarda da çok güzel bir sahil beldesi idi. Ancak muhteşem güzellikleri ya da balık lokantalarıyla anılmak yerine, ibretlerle dolu korkunç hunharlık bu semtte işlendiğinden, medyada ve halk arasında, olayın faili olan vahşi yaratık “Salacak Canavarı” olarak anılmaya başlanmıştı. Gerçekten de maalesef o tarihlerde Salacak’ta, ‘unutulmaz bir canavarlık olayı’ yaşanmıştı. Bu vesileyle “Salacak” ismi ürpertici bir çağrışımın beraberinde bütün Boğaziçi semtlerinden daha meşhur olmuştu.
Olayı, gazetelerde çıkan haberlere göre şöyle özetleyebiliriz; 1958 yılı18 ağustos pazar günü akşama yakın, Salacak’ta oturan, eşi Beyoğlu’nda bir sinemada güvenlik görevlisi olan, 30 yaşındaki Elif isimli bir bayan, 10 yaşındaki kızı Zeliha, 7 yaşındaki oğlu Nusret, 5 yaşındaki komşu çocuğu Birsen ile birlikte dört kişi olarak, Avrupa Yakası’na geçmek üzere, Boğaz’da ‘dolmuş sandalcılık’ yapan Kandemir … adlı, 27 yaşındaki, insan görünümlü canavarın kayığına binerler. (O tarihlerde Boğaziçi’nde, ne köprü ne de tünel vardı. Yolcu ve araba vapuru nadirattandı, ‘motorlu deniz dolmuşları’ bile yoktu.)
Akşam olur, gece saatleri ilerler. Beyoğlu’na ulaşan yok, eve dönen yok, bu yolculardan haber yok… Geç saatlerde Elif’in eşinin polise haber vermesi üzerine aramalar başlar.
Altı gün sonra 24 ağustos çarşamba gecesi, Kandemir isimli kişi, Sarıyer’de yakalanır. Çok ağır sarhoştur, yaptığı korkunç vahşeti inkar etmez. Karakoldaki ilk ifadesinde;“-Sarhoştum, ne yaptığımı bilmiyordum!” der, bir gazetecinin; “- Cezasını biliyor musun?” sorusunu da “- Cezasını bilmiyorum!” diye cevaplar. Daha sonra savcılıktaki ifadesinde tüyler ürperten, kan donduran, gazetelerde aynen yayınlanan şu açıklamaları yapar:
“- Kadın ve çocuklar sandala bindiler. Kız Kulesi’ne doğru açılmaya başladık. Dalgalardan (rüzgârdan) kadının bacakları açılıyor, eteği sağa sola savruluyordu. İyice tahrik olmuştum. İlişki teklif ettim. Kadın ise, kabul etmeyerek, ‘olmaz’ dedi. O anda, çocuklar bana ‘bir engel gibi’ göründü, birer tokat vurarak, erkek çocuğu ve küçük kızı denize attım. Kadın ve büyük kızı, birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. Yalvarıyor, merhamet istiyorlardı. Derken, bu ikisini de denize attım. Yüzme biliyorlardı, (kayığın yakınlarındaydılar) kadın; “- Canımızı bağışla, istediğini yapacağım” deyince, kadını ve büyük kızını kayığa aldım. İkisine de tecavüz ettim ve sonra tekrar denize attım. Kayığın kenarına tutundular. Yalvarıyorlardı, kürekle kafalarına vura vura ikisini de öldürdüm. Sonra Moda taraflarına kürek çektim, orada kayığımı batırdım ve denize atlayarak karaya çıktım. Oradaki balıkçılara ‘kayığımın battığını’ söyledim ve ardından kaçtım.”
Olay, ilk kaybolma gününden itibaren, gazete ve radyoların hemen her gün işlediği bir haber olmuştu. Daha sonraki dört yılda; yargı, cezaevi süreci ve infaz olayı ile hep gündemde oldu. Aradan geçen bunca yıla rağmen, yaşlılar arasında, infialini üzerinden atamayan -benim gibi- nice kişilere rastlayabilirsiniz.
Ekim 1958 tarihinde başlayan dava; itirafa, yeterli delillere, birçok şahit ifadesine rağmen -mahkemelerimizin tipik bir ‘geciken adalet örneği’ olarak- 19 aralık 1962 tarihine kadar dört yıl sürdü.
Dava sürecinde, yine medyadan alınan haberlere göre, suçu itiraf edip sonucu kabullendiği halde, bir ara -davanın uzamasından cesaretle- suç inkârı ve masumiyet iddiasında bulunmuş. Gerekçesine bakar mısınız; “Olay günü de, yakalandığım ilk gün de çok sarhoştum. Ne yaptığımı bilemiyordum, karakolda ayrıca dövüldüğümden, ne ifade verdiğimi bilemedim.” Ailesi de ‘oğullarının akli dengesinin bozuk olduğu…’ yönünde başvuruda bulunmuşlar.
Duruşmaların birinde, canavara ‘tecavüz anı’ sorulduğunda; “- Utanıyorum!” diyerek, mahkeme hâkiminden, dinleyicileri dışarı çıkartmasını istemiş.
Sonuçta idam edilmesine hükmedilir. TBMM ve Senato’da onaylanır. Avukatının uzun bir ‘af isteği’ telgrafına rağmen, o zamanın Devlet Başkanı Cemal Gürsel de onaylar. Avukatı son olarak, Senato’daki görüşmelerin ‘iç tüzüğe aykırılığını…’ gerekçe yapıp, infazı durdurmaya teşebbüs etse de, sadece 12 günlük bir geciktirme sağlayabilir.
Canavar için bütün ümitler bitmiştir, infaz gerçekleşecektir. O tarihlerde asılarak idam infazları, genellikle şehrin en merkezi meydanlarında, -caydırıcı olsun, ders alınsın diye- kalabalıkların gözü önünde yapılırdı. Ancak canavarlığın uyandırdığı büyük infial sebebiyle, halkın linç ihtimalinden çekinen yönetim, infazın Sultan Ahmet Cezaevi avlusunda, sadece resmi görevlilerin tanıklığında yapılmasına karar verir. Cellat olarak da, zavallı merhum Başbakan Adnan Menderes’in sehpasına tekme attıktan sonra, daha da meşhur olan Kemal Aysan seçilir.
19 aralık 1962 çarşamba sabahı; ‘canavar’ erken uyandırılarak Cezaevi Müdürü’nün odasına getirilir. “- Anladım, sonum geldi artık!” der. Mütevekkildir. ‘İmam desteği’ istemez. Kendince bir iki dakika dua eder. Darağacının altına getirilir, sehpaya çıkar, ‘usta cellat’ ipi boynuna geçirir. ‘Canavar’ celladına dönerek; “- Tabureyi kendim devirmek istiyorum!” der, cellat da kabul edip geri çekilir.(*) Ve Türkiye’nin ‘ilk seri katili’ olarak da kayıtlara geçen ‘canavar’, beşinci kişi olarak kendi canını alır ve ‘mutlak adaletin’ tecelli edeceği âleme gider. Arkada yad-ı vahşet, yad-ı bedahet bırakarak…
(*) Meşhur cellat, -son tekme için geri çekildiğinden- söz verilen ‘yüklü’ paranın yarısını alabilir. Bunu bilmediğine üzüldüğü gibi, hemen orada, müdür odasında, yardımcısı kardeşiyle, para bölüşümü yüzünden tekme tokat, ağız burun kırmalı… bir kavgaya tutuşup, mahkemelik olurlar.
Alesi, toplumsal linçten korktuğu için ‘canavarın’ cesedini teslim almak istemez, ceset belediye tarafından gömülür.
İdam gazetelerde manşet olur. Günlerce; Cezaevi Müdürü, gardiyanlar ve avukatı ile yapılan röportajlar yayınlanır.
HALK MEDYASINDAKİ HABER FARKI
Meş’um olayın, medyadan (o gün için gazete ve radyolardan) alınan özeti bu. Ancak fecaatin, vahşetin içinde, medyaya yansımayan, -ihtimal ‘manevi çağrışımlara sebep olabileceğinden, objektivitelerine uygun bulmayıp göz ardı ettikleri’- buna karşılık bütün İstanbul’un dilinde dolaşan, bizzat benim de duyduğum; ibretlik, ‘gözler yaşarmadan anlatımı zor’ bir sahnesi daha var;
Vahşi tecavüz olayını müteakip, gecenin ileri ve mehtaplı saatinde, anne Elif ile kızı Zeliha tekrar denize atıldıktan sonra, onların da yüzerek gelip tekrar kayığa tutunuyorlar. Ancak o sırada bütün yalvarma ve merhamet dilemelerine rağmen başlarına kürekle vurmakta olan insanlıktan çıkmış canavardan herhangi bir karşılık bulamıyorlar. Denizin ortasında, yakınlarda, seslerini veya çığlıklarını duyacak kimseler de yok. Sebeplerin sükût ettiği, ümitlerin bittiği, artık Boğazın soğuk sularında kaybolup gitme anının geldiği kertede, zavallı, saf küçük Zeliha, aciz, başına gelenlere çaresiz haliyle, bigünah kalbinden gele gele, işaret ederek; “- ŞU GÖKTEKİ AY ŞAHİDİMİZ OLSUN !” diyor, son sözleri olarak.
Okuyucular; biraz duralım, biraz soluklanalım! Hatta ‘kendimize gelmemize yardımcı olabilir’ diye -saatinde isek- birkaç damla gözyaşı da dökelim! Duygularımızı kontrole alalım, sonra devam edelim!
***
Fecaat gecesinden birkaç gün geçtikten sonra, Canavar Sarıyer civarında, iki balıkçı arkadaşıyla içki içtikten sonra, birkaç şişe içkiyi de çantalarına alıp, yine mehtaplı bir gecede denize açılıyorlar. ‘İçki duvarlarını aşan’ canavar, artık kendi kendine kahkahalar atmaya, dediklerinin farkında olmaksızın, abuk sabuk konuşmalara başlıyor. Ve bir ara, attığı kahkahalardan sonra neler diyor, biliyor musunuz! Gökteki ayı işaret etmeye çalışarak; “- Haa haa haa!.., kız ölmeden önce şu ayı gösterdi… ‘şahidim olsun!’ dedi… Haa haa haa!...”
Kayıktaki diğer iki kişi içkili olsalar da, onun kadar aşırı sarhoş olmadıklarından, göz göze gelmişler, günlerdir İstanbul’u çalkalayan olayla ilgili, polisin her yerde aradığı kişiyle yan yana olduklarını, ürpertiyle anlamışlar. ‘Anladıklarını belli edip etmemeye çalışmak’ önemli değil, zira ‘canavar’ neredeyse aklını yitirmiş gibi, gülüp konuşmakta imiş. Diğer iki kişi sahile kürek çekip, durumu karakola bildirip, tutuklanmasını sağlamışlar.
Tekrar duralım… Yine nefeslenelim!..
VE ŞAPKAMIZI ÖNÜMÜZE KOYALIM
Ve artık -şapkamızı önümüze koyup- ciddi ciddi düşünelim… Hangi birini, neleri düşünelim! Bir olay ki, yığınla ibret dolu!
Böylesine ‘canavarlığa müsait’ bir hasta kişiliğe, sapık ruhlu bir dengesize… çoluk çocuğun da taşındığı ‘kayık dolmuşçuluğu’ iznini veren yönetimden mi, ‘göreve sarhoş çıkılmasını önleyemeyen’ kontrol mekanizmasının olmayışından mı? Sarhoş edici içkilerin toplumda sebep olabileceği tahribata göz yumulmasından mı... başlasak.
‘Canavar’ın vahşice söndürdüğü bir yuvanın, kendi ailesinin ve toplumun başına açtığı gailenin, temel sebeplerine mi açılıp gitsek?
Mazlum, maktul, merhume Elif Hanım’ın ve beraberindeki sabilerin akıbetine mi, akşama yakın bir saatte, tanımadığı birinin kayığına korumasızca binilmesine ve tenhada tedbirsizce bir yolculuğa, hele hele rüzgârdan sağa sola savrulan, mahremiyete müsait olmayan bir kıyafetle, ‘ne olduğu belirsiz’ bir kişiyle yola çıkmasına mı… üzülsek.
‘En büyük düşmanımızın olan nefsimiz ’-denetime alınmadığında,- ne onulmaz tahribatlara yol açabileceğini, çok acı ve ağır bir bedelle ödeten ve gösteren bu olayda, ‘kontrolsüz şehvet faktörünü’ de başköşeye mi koysak?
Toplumsal infialin ve üzücü gündemin canlı kalmasının müsebbibi olan ve bir türlü çözüm üretilemeyen uzayan yargı sistemimizi, caydırıcı olmayan cezaları, vicdan ve Allah (c.c.) korkusu aşılamakta zayıf kalan eğitim sistemimizi de hedeflerimizin arasına mı alsak?
Yoksa, her şeyi Bilen, her şeyi Gören, yapılan bütün iyilik ve kötülüklerimize, kendi organlarımızın da, çevremizdeki varlıkların da… şahit olacağını aynelyakîn gösterip, gökteki ayı, tenha gecenin talihsiz kurbanı masum Zeliha’ya ‘şahit’ yapan, Yüce n Mabudumuz’un (c.c.) ‘mutlak adalet sahibi’ olduğuna mı şükretsek! Hatta ‘yakın uzak çevremizde, böylesine bir canavarlık olayı yaşanmamış olmasına, ‘elhamdülillah’ mı desek!
Ve tabii ki, ‘hunhar canavarın, hiç değilse idam edilmiş olmasıyla’ mı teselli olsak?
Çıkarmak isteyene, daha nice ‘ince dersler’ çıkarılabilir.
Hasan KUTLUTAŞ
[Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, ‘İstanbul Hatıralar ve Şehir’ adlı kitabında bu korkunç olaydan şu şekilde bahseder:
“Okuma yazmayı öğrenmemden önceki 1958 yazında işlenen ve gece, sandal, boğaz’ın suları gibi her birine ayrı bir bağlılık duyduğum benzeri malzemeyle kurulmuş Salacak cinayeti, yalnız kafamdaki siyah-beyaz boğaz suları imgesini zenginleştirmekle kalmadı, hayatım boyunca korkulu bir hayal olarak içimde hep yaşadı. Evdeki konuşmalardan ilk duyduğum ve bütün İstanbul’un ve gazetelerin tekrarlaya tekrarlaya efsaneleştirdiği bu olayın kahramanı genç, yoksul ve sarhoş bir balıkçıydı. Çocuklarını gezdirmek için sandalına binen bir annenin ırzına geçmek amacıyla iki çocuğunu ve bir de arkadaşlarını denize atarak boğan “salacak canavarı”nın korkunçluğu yüzünden, yalnızca Heybeliada’da yazlık evde balıkçılarla ağ atmaya çıkmak gibi eğlenceler değil, evin bahçesinde bile yalnız gezinmemiz bir süre yasaklanmıştı. Balıkçının dalgalı denize attığı çocukların sandalın kenarlarına parmakları ve tırnaklarıyla tutunmaya çalışması, annenin çığlıkları, çocukların ve annelerinin kafalarına kürekle vuran balıkçının hayali yıllar sonra, İstanbul gazetelerinde cinayet haberlerini okurken (severek yaptığım bir iş) siyah-beyaz bir hayal olarak kafamdan şöyle bir geçiverir.”]
‘SALACAK CANAVARI’ OLAYINDAN ÇIKARILACAK DERSLER
DÜSTURLAR NE DİYOR
Fabrika bir mal üretir, beraberine ‘Kullanma Kılavuzu’nu koyar. Onun gibi olaya bir de Hâlikımız’ın (c.c.), halk ettiği biz kulları için öngörüp gönderdiği (Kur’an) ve kutlu elçisinin (s.a.v.) vasıtasıyla sunduğu (Hadis-i Şerif dediğimiz) hayat düsturları ışığından bakalım. Canavardan geriye kalan hepimize;
“İş ehil (layık) olmayana verilince, kıyameti bekle.” (Hadis) “Ey iman edenler, içki, kumar, şans okları (kumar) birer şeytan işi pisliktir. Onlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla, aranıza düşmanlık ve kin sokmak ister. Artık (bunlardan) vaz geçtiniz değil mi.” (Mâide S./90-91) “İçki, bütün kötülüklerin anasıdır (kaynağıdır). (Hadis) “Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.(Nisa S./1)
“Kork Allahtan korkmayandan.” (Türk atasözü) Ülke kanunları, taşkınlıklara karşı insan için kısmen caydırıcı olsa da, kanunlardan daha etkili olarak aşırılıklardan alıkoyan, davranışları sınırlayan en büyük güç; ‘Allah korkusudur.’ Bu korku olmayınca, insan canavarlaşabilir. Allah’tan korkmayan kimse, her türlü kötülüğü yapabilir. Böylelerinden korkmak gerekir.
***
Canavarın vahşetine kurban giden mazlum, mağdur ve merhume Elif Hanım; Seni dileyemedik, bazı bilgileri katilin olan canavardan edinebildik. Dileriz ve umarız; büyük bir gadre, zulme, tecavüze, bir canavarın elinde vahşice bir katle maruz kaldığın için dünyada iken yaşadığın bu ağır sıkıntılar ebedi aleminizde, -varsa- günahlarınıza kefaret olmuştur. Sana çok çok rahmetler, sizin ve beraberinizdeki masum ‘cennet teşrifatçılarının’ kalan yakınlarına -geç de olsa- metanetler dileriz. Kim bilir saflardan saf, küçük Zeliha’nın o son anındaki candan duasını Allah’ın (c.c.) duyup kabul ettiğini ve ‘canavarının’ bir an önce yakalanmasına vesile kıldığını, masumların koyulacağı cennetteki ruhu öğrenip de bir kere daha sevindi mi?
Yine de biz dünyadakiler olarak, (kullanma talimatımız) hayat düsturlarımızın hepimiz için koyduğu ölçülere dönelim ve onlara kulak verelim;
“(Doğrusu) size Rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyeti) verilmişti. Artık kim hakkı görürse faydası kendine, kim de kör olursa zararı kendinedir. Ben üzerinize bekçi değilim.” (En’am S./104)
“Allah’a ve ahiret gününe iman etmiş (bir erkek) kimse, yanında mahremi olmadan, bir kadın ile yalnız başına bir arada bulunmasın. Çünkü onların üçüncüsü şeytandır.” (Hadis)
“Ey peygamber… müminlerin kadınlarına söyle, dışarı çıkarken, üzerlerine, (vücut hatlarını belli etmeyen, elbise üstü) örtülerini alsınlar. Bu onların… incitilmemesini sağlar.” (Ahzab S./59)
“Mümin kadınlara da söyle; Gözlerini sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Ziynet yerlerini açmasınlar. Bunlardan, kendiliğinden görünen kısımlar (yüz, -bilekten aşağı- el, ayak) müstesnadır. Başörtülerini yakalarının üstüne koysunlar. Ziynet yerlerini, kendi kocalarından, babalarından, oğullarından.... henüz kadınların gizli yerlerine muttali olmayan çocuklardan başkasına göstermesinler. Böylece korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.” (Nur S./31)
Peygamberimiz (sav) bir sahabesine bir elbise hediye etmiş. O da hanımına giydirdiğini söyleyince; “Altına pijama türünden bir şey giymesini ona emreyle. Çünkü, ben o elbisenin, vücut hatlarını belli etmesinden korkarım.” buyurmuşlardır.
“Kim güzelliğini mezada çıkarırsa (teşhir ederse), ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.” (Hz. Mevlâna)
NEFİS VE ŞEYTAN’IN ORTAK ESERİ; ŞEHVET!
Bu ’canavarlık’ olayında en öne çıkan etkenlerden birisi de iki büyük düşmanımız olan şeytan ve nefsin bir araya gelip ‘şehvet’ denen zayıf noktayı galeyana getirmiş olmasıdır. Şehvet ki, kontrolden çıktığında neleri tahrip edebileceği kestirilemeyen -basiretli ve Allah’tan korkanların her an teyakkuzunu gerektiren- bir büyük beşer zaafıdır. Hepimiz için hazırlanan (Kullanma Talimatımız) hayat düsturlarımızın bu konuda neler dediğine bakalım;
“Nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder.” (Yusuf S./53)
“Andolsun ki, kadın ona (Yusuf’a) meyletmişti. Eğer rabbinin işaret ve ikazını görmeseydi (az kalsın) o da kadına meyletmişti … Şüphesiz o ihlaslı kullarımızdandı.” (Yusuf S./24)
“Nefsani arzulara (özellikle) kadınlara, oğullara, kantar kantar yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara (bineklere), sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük (şehvet) insanlara ‘çekiçi’ kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Asıl varılacak güzel yer Allah’ın katındadır. (Al-i İmran S./14)
“Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzusuna uydular. Bu yüzden ileride sapıklıklarının (canavarlıklarının) cezasını çekecekler.” (Meryem S./59)
Bir veli zata atfedilir; “Beni içi altın dolu bir odaya kapatsalar, içinden bir tane almamaya dair kendime güvenim var, ancak beni bir kadınla bir odaya koysalar, nefsimin bana ne oyun edeceğine dair itimadım yok.” Bir başka tespit: “Tek bir bakış, bir deyiş (söz), bir değiş (dokunma) insanın dünyasını da, ebedi alemini de mahvedebilir.”
Onun içindir ki, Ölçüyü Koyanımız (cc), ‘işlememeye’ vurgu yapmadan önce, arzuları kabartan, iradeyi zayıflatan ortama girmeyin, yani: “Zinaya yaklaşmayın. Zira o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsra S./24) buyurulmuştur.
Konuyla ilgili, Hz. Mevlana’dan da birkaç tespit arz edelim; “Şehvet, çirkini güzel (bir ‘eşeği’(!) bile, Mısır’ın Yusuf’u gibi) gösterir.” “İlim ve irfan yolundakiler için, yol afetleri arasında, şehvetten beteri yoktur.” “Şehvet, yüz binlerce iyi adı kötüye çıkarmıştır.” “Şehvete kul olan, öyle bir kuyuya düşmüştür ki, bu kuyu onun kendi suçudur. Burada ne cebir ne de cevir söz konusudur. Böyleleri, köle ve esirlerden daha beterdir. Kendini öyle bir kuyuya atmıştır ki, 0 kuyunun dibine ulaşacak ip yoktur.” “Şehvete kul olan, tatlı dirilir, acı ölür.”
-------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu konuyu kapatırken, varlık sahibi olup da; ‘Acaba hangi isabetli hayırları yapsam?’ diye düşünenlere önerimdir; Çevrenizde, sırf parasızlık yüzünden evlenemeyen bekâr ve dullar var ise, onları evlendiriniz.“- Şimdi burada ne alakası vardı?” derseniz; “- Alakası var!..”
-------------------------------------------------------------------------------------------------
GÖKTEKİ AY BİLE ŞAHİTLİK YAPAR!
Gelelim günaha bulaşmamış, saflardan saf, temizlerden temiz, masum Zeliha’nın kabul gören duasına; gökteki ayın hiç kimsenin görmediği vahşet olayına şahitlik etmesine;
‘Her şeyi Bilen, Duyan, ve Gören’imiz (c.c.), bütün hesapların kolayca görülüp sonuçlandırılacağı ‘mahşer’ denen büyük hesap gününde, ellerimizi ayaklarımızı -yapıp ettiklerimiz ile ilgili- konuşturacaktır (Bak: Yasin S./65 - Nur S./24), arz (yeryüzü) -dile gelip- üzerinde işlenen bütün iyilik ve kötülükleri haber verecektir. (Bak: Zilzal S./ 1-5)
Ancak dünya hayatımızda; -yine Allah’ın izni ve yaratması ile peygamberlerce gösterilen mucizeler, keramet ehlinden sadır olan nadir olaylar hariç- ‘sebeplerle bağlantılı olarak sürüp giden, boyutu farklı bir hayatımız vardır. Dünya hayatımızla ilgili bilmemizde fayda görülen birkaç düstur; “Gaybın anahtarları, O’nun katındadır, O’ndan başka kimse gaybı bilemez. Kara ve denizde olanların tümünü O bilir.” (En’am S./59) “Göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah(tır)” (Neml S./25) “Allah’ın dışında (gizlenenleri) ortaya çıkaracak (hiç bir) güç yoktur.” (Necm S./58)
Allah gizlenenleri nasıl ortaya çıkarır; Akla gelen gelmeyen, duyduğumuz duyamadığımız çeşit çeşit sebepler halk eder ve murat ettiği kadarını, murat ettiği zaman diliminde ortaya çıkarır. Mesela; Suçların çok artmasına paralel olarak, çağımızda suçluların yakalanmasında çok yararlanılan ’parmak izi ve DNA genlerinin bütün insanlarda farklı yaratıldığını’ keşfettirir. (Son zamanlarda ‘yeni doğan çocuğun topuk izi ile, annenin parmak izinin bire bir ayni olduğu’ da belirlenmiştir. Karışma ve kaçırılmanın artışına karşı ne güzel tedbir.) Allah bir şeyin ortaya çıkmasını istemeye görsün; Mücrimi uykuda sayıklatır, uyanıkken farkında olmadan konuşturur; “Allah konuşturdu!” deriz. Bazen, bir şey hatırlatılır da diyen kişi hayretle; “Bunu ben mi dedim?” der. ‘Öfke patlamalarında’ da birçok itiraf ilk defa ağızdan çıkar. Sebep mi yok; kişi aklını bozar veya sarhoş olur, başlar yapıp ettiklerini anlatmaya. Ayıktığında o artık bir ‘itirafçı’dır.
‘Sarhoşluk’ sırf içkiye bağlı da olmayabilir; kişi çok para kazanır, şımarır, insanları dikkate almaz olur, konuşur da konuşur… Erişilen makam kişiyi ‘sarhoş’ eder, kendinde ‘istediğini konuşma hakkı’ görür konuşur… Yaşadığı yasak hayatın ‘haz sarhoşluğu’na kapılır pervasızlaşır ve konuşur… Kendisinden sır gizlenenin bir yerlerden ‘öldü haberi’ gelince, -mücrim o anda ve bir anda, sürpriz bilginin etkisiyle- ya da ‘ölüm döşeğine düştü, artık son anlarında, artık ayağa kalkamaz, konuşamaz hale gelen dili tekrar çözülemez’ diye sırrını faş eder. Ama ‘öldürmeyen Allah öldürmez’ muhatap hayata döndürülür ve artık sırlarını ortaya döken mücrime ‘bedel ödemek’ kalır.
Olmadık yerde kalp krizi veya trafik kazası geçirilir; umulmadık hırsızlık, kaçakçılık, cinayet… vb. gizlilikler ortaya çıkar. Karşı yoldan polis arabası geçer, mücrim paniğe kapılır, kendini ele verir… Velhasıl her şeyi çekip çeviren Allah -beşer sayısınca, hatta daha da fazla- nice sıra dışı sebepler halk edip, muradı neyse ortaya çıkarabilir. Yine mesela, bir büyük vahşetin failinin deşifre olmasına ‘gökteki ayı şahit yapar’; 1958’de İstanbul Salacak’ta yaptığı gibi!
Dünyada da ukbada da ‘yüz karalığı’ yaşamak istemeyenin tek çözüm yolu vardır; ‘Kötülükten uzak durmak.’ Kötülük, Hz. Muhammed (s.a.v.) tarafından; ‘başkalarının duymasını istemediğimiz şeylerdir’ diye tarif edilmiştir. Hz. Mevlâna’ya atfedilen manidar bir tarif daha vardır. Mevlâna; “- Takva (ahlaki üstünlük) nedir?” sorusuna;
“- Kişinin, kalbini bir tepsiye koyup, kalabalıkların bulunduğu çarşıda, rahatça dolaşabilmesidir!” cevabını vermiş. İçindekilerden, kalbindekilerden gocunmama hali yani. Bunu ancak ‘gizlisi saklısı olmayanlar, kötülükten uzak kalmış olanlar’ yapabilir. (Kötülüklerinin, ahlaksızlıklarının duyulmasından, görülmesinden haya etmeyenler, hatta milyonların takip edebildiği medya kanallarında -marifetmiş gibi- anlatıp teşhir edenler… konumuz haricidir.)
HERKESİN BİR SON ANI - SON SÖZLERİ VARDIR;
‘Salacak Canavarı,’ dünya perdesini kapatırken vahşetinin karşılığı olarak idam sehpasına tekmeyi kendisi vurmuş. Bu tekme aslında, ‘uzun ceza evi yıllarında, büyük vicdan muhasebelerinden sonra, hak ettiğine kanaat getirdiği cezanın’ infaz tekmesidir. Nitekim, ‘mutlak adaletin’ tecelli edeceği ‘büyük günde’ insana; “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (İsra S./14) denerek, dünyada -iyi kötü- bütün yapıp ettiklerinin, eksiksiz yazılı olduğu ‘defteri’ verilecek. Kişi de Dünyada hakikatleri görmesine engel olmuş olan kötü arzu ve ihtiraslarından, basiretini bağlayan ve iyiliği kötülüğü ayırt etmesine engel olmuş olumsuz ortamlardan kurtulmuş olduğundan, kendi hükmünü verebilecek ‘bağımsız vicdana’ ve ‘ruh olgunluğuna’ ulaşmış olarak kendisiyle ilgili ‘adil kararı’ kendisi verecek, ya sevinç ve sürurla (arkasında Cennet olan) bu kapıya, ya büyük bir pişmanlık ve üzüntüyle (ötesinde Cehennem olan) öbür kapıya kendisi yürüyüp gidecek. Kötüler için ne hazin bir akıbet; ceza evinde veya mahşerin hesap günü gelip çattığında ‘uyanmak’, geç kalınmış ne telafi edilmez bir son!
***
Allah (c.c.) hepimizi ve kıyamete kadar gelecek nesillerimizi; Haddi aşmadan, şımarmadan, ‘günahlarının sarhoşu’ durumuna düşmeden, basireti bağlı kalmadan, kötü arzu ve ihtiraslarının esaretine girmeden, ‘iradesini şeytanına teslim etmeden,’ vahşete maruz kalmayıp vahşilerden olmadan, ‘iyiliklerin insanı’ olarak yaşayıp, ebediyete açılan o büyük günde, ‘sevinç ve süruru hak edenlerden’ ve ‘bu kapıya’ yönelenlerden eylesin.
Hasan KUTLUTAŞ