BİR YOLCU 09.10.2019 21:51:36

Anasayfa/ Hikayeler

                                                                               BİR YOLCU

         Ankara’da Sanayi Bölgesi’nde akü imalatı yapan çok eski bir dostum var; Şerif Bey. Başından geçen bir olayı anlatalı belki on yıl olmuştur. Birkaç ibreti içinde barındıran bu etkileyici olayı hiç unutamamışımdır. Yeri geldikçe birçok kişiye de anlattığım bu olayı, yazıya döküp okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

        En iyisi olayın bütün teferruatını Şerif Bey dostumun ağzından dinleyelim:

        Zaman olarak 19988-1990 yılları arası olmalı. Bir sonbahar akşamı, işlerimi bitirdikten sonra özel arabamla Ankara’ya yani eve dönmek üzere Antalya’dan yola çıktım. O zamanlar yollardaki araç sayısı şimdiki gibi çok değildi. Buna karşılık yolların ve araçların kalite ve standardı düşük olduğundan zaman kaybı çok olabiliyordu. Mesela yollar tek hatlı olup, gidiş gelişler aynı hattandı. Yollarda sık sık tamir veya yenileme inşaatlarına rastlanırdı. Bazen de sollamanın mümkün olmadığı araç kuyruklarının içinde kalınırdı. Trafik kazaları nedeniyle saatlerce yolda kalındığı olurdu. Arabaların çoğu ucuz marka, düşük modeldi. Tekerlek patlatıp yolda kalmalar bile çok görülen sahnelerdendi. Velhasıl yolculuklar genellikle uzun ve yorucu olurdu.

       O geceki yorucu yolculuğumun yarılarında, Sandıklı’yı henüz geçmiş, saat da 02.00-03.00 sıralarında iken, normal ve seyrek trafik akışı içerisinde, bir kilometre kadar karşıdan iki çift farın yaklaşmakta olduklarını görmeye başladım. Hemen az sonra farlar bir çifte indi, diğer çift görülmez oldu. Biraz daha ilerleyip de saniyeler sonra görülen farın hizasına gelince bir de bakarım ki; solda bir kamyon durmuş, şoförü kapısını açmış arabasından daha yeni iniyor, arka tarafında ise kamyonun altına girmiş siyah renkli, yeni bir 300 Sel Mercedes otomobil.

        Hemen yolun sağ banketine çıkıp durdum, el frenini çektim ve indim. Olay sanki gözümün önünde, birkaç saniye içinde cereyan etmiş gibiydi. Baktım, çarpmanın çok hızlı olduğunun emaresi olarak Mercedes’in ön tarafı tamamen birbirine girmiş, ön camı parçalanmış. Direksiyonda; ağzından yakasına doğru kanlar akan, baygın ama nefes almaya da çalışan… genç bir adam. Emniyet kemeri bağlı değil. Şoför kapısını açmak için hamle yaptım, ancak çarpmanın etkisiyle kapı da  kapı kasası da deforme olduğundan açamadım.

         O sıralar mobil araç telefonları yeni çıkmıştı, mobil telefonumdan 155 ‘Polis İhbar Hattı’nı aradım, olay yerini ve kazayı haber verdim. O arada direksiyondaki gencin kafasının bir tarafa doğru yıkıldığını fark ettim. Otomobilin kapısını açmak için tekrar zorladım, bu sefer açmayı başardım.

        Önce direksiyondaki gencin bileklerini tutup nabzını yokladım, çalışmıyordu, hatta şimdiden teninde bir soğuma hissediliyordu. Sağ koltuğunda bir araç telefonu ahizesi ve fermuarlı, deri bir el çantası duruyordu. Telefonu aldım, görüşmelere açıktı, hafızasındaki numaralardan birkaç tanesini arayarak kısa zamanda ailesine ulaştım, eşi olduğunu söyleyen bayana kazayı ve beyinin ‘ağır yaralı olduğu’ (!) haberini verdim. O arada kazayı görüp de duranlar çoğalmaya başladı. Ben; “ne olur ne olmaz, emniyette olsun” diyerek fermuarlı çantayı, mobil telefonun ahizesini, altın kaplama saatini, altın bileklik, yüzük ve kolyesini yanıma aldım. Deri çantanın içi dolu ve kabarıkça idi. Fermuarını aralayıp saat ve diğer altın takıları da çantaya sıkıştırdım. Polis ondan sonra geldi.

        Polisler teferruatlı bir rapor yazdılar, kaza yeri krokisini çizdiler, kamyonun şoförünü dinlediler; “Normal bir şekilde yol alırken, arka taraftan büyük bir gürültünün gelmesi üzerine durduğunu ve bu manzara ile karşılaştığını…” söyledi. Polis sonra kalabalığa dönerek; “İçinizde görgü tanığı olan var mı?” diye sordu. Ben çıktım;  “Olay saatini, tenha yolda, gecenin karanlığında 4 farın 2’ye düştüğünü, durup yanlarına geldiğimde otomobil şoförünün henüz sağ olduğunu, 155’i arayan kişi olduğumu, Ankara’daki yakınlarına haber verdiğimi, cep telefonu ile el çantası ve takılarının bende olduğunu…” ifade ettim, zapta geçirdiler. Polis, kaza yapanın da benim de Ankara’da ikamet ettiğimizi dikkate alarak; “Bu çantayı ve telefonu sana teslim etmiş olsak, evine ulaştırır mısın?” dedi. Kabul ettim. Açma gereği duymadan çantayı ve telefonu –bagajındaki güç kaynağıyla birlikte bana teslim ettiler. Rapora not düşüp, bana da imzalattılar.

        Rapor tutma işi bitince polis, cenazeyi otopsi için Sandıklı’daki morga sevk etmek üzere ambulans, arabanın nakli için de kurtarıcı çağırdı. Tahminen bir buçuk saatlik bir gecikme ile tekrar yola koyuldum, sabah saatlerinde Ankara’ya geldim.

    .   İstirahatimi ve kahvaltımı yapıp, öğleye yakın evden çıkmadan önce, kaza yapan kişiye ait kabarık duran el çantasını açtım. Çanta; kimlik kartı ve küçük bir telefon fihristinin dışında tamamen Türk Lirası, Mark, Dolar ile epeyce bir miktar da çek ve senet ile doluydu. Tasnif ettim, saydım, listeledim; -o zamanın 6 sıfır atılmamış haliyle- dört trilyona yakın bir meblağ. Hepsini tekrar çantaya koydum ve rehberde amcası olduğu yazılı olan kişiye telefonla ulaştım. Rahmetlinin çanta ve telefonunun bende olduğunu, teslim etmek üzere adres vermelerini rica ettim. Amcası: “Biz şu anda telaşlıyız, üzgünüz, cenazemizle uğraşıyoruz. O emanetler birkaç gün sizde kalsın, telefonunu ver, şu telaşemiz geçince biz seni arayalım.” dedi.

                 Nitekim bir hafta kadar sonra, Çankaya İlçesi’ndeki bir Cemevi’nin adresini verdiler, buluşma saatini de kararlaştırdık.

         Kararlaştırılan saatte Cemevi’ne vardım. İçeriye girdiğimde 30-40 kişinin bir halka şeklinde oturduklarını gördüm. Beni ayağa kalkarak karşıladılar. En başta oturan ‘Dede’ ve yaşlıların bulunduğu yere buyur edip oturttular. O yaşlılardan birisi vefat eden gencin –telefonda konuştuğum- amcasıymış. (Babası daha önce vefat etmiş.)

        Onlar “hoş geldin” dediler, ben ‘başsağlığı’ diledim. Adımı soyadımı, ne iş yaptığımı söyledikten sonra, şahit olduğum kadarıyla, birkaç cümle de olsa kazayı özetledim. Sonra kendi çantamın içinden, ölen delikanlının arabasından aldığım el çantasını ve telefonunun ahizesini çıkarttım. Çantanın fermuarını açıp para, çek ve senetleri cinslerine göre, miktarlarını da seslendirerek ön tarafımıza, halının üzerine dizdim. Arkasından altın kaplama saati ve diğer altın takıları sergiledim. Telefonun güç kayağını -ağır olması nedeniyle- arabamdan teslim edileceğimi söyledim. Bunları teslim aldıklarına dair yanımda getirdiğim listeyi imzalamalarını istedim.

         Ben miktar söyleyerek paraları ve takıları çıkarttıkça, orada bulunanların gözleri ‘fal taşı gibi’ açılıyordu. Hayretler içinde kaldıkları her hallerinden belliydi. Çantayı boşaltma işi bittikten sonra, önce Dede, arkasından da amcası söz aldı; Çok teşekkürler ettiler, dürüstlüğüme hayran olduklarını dile getirdiler, böylesi insanların halen var olmasının milletimiz için bir kazanç olduğunu ifade ettiler. Onlar konuştukça, halkadakilerin her biri başlarıyla onay veriyor, birer ikişer takdir kelimeleriyle koroya katılıyorlardı. Övgü ve teşekkür konuşmalarından sonra Dede tekrar söz aldı ve: “Ölenin vekilleri, ortakları olarak, kaza yapan Mercedes’in hurdasını bana bağışladıklarını…” ifade etti. Son olarak da Dede; “ananın ak sütü gibi helal-i hoş olsun, Allah bütün işlerini rast getirsin…” dedi, diğerleri de “amin!” dediler. Ayrıca bir de, iki-üç gün içinde yayınlanmak üzere Hürriyet Gazetesi’ne “Teşekkür ve Takdir” ilanı vereceklerini, gazeteyi takip etmemi rica ettiler. Ayrılırken, salondakilerin hepsi ayağa kalkıp, sıraya geçip tek tek elimi sıktılar, sarılıp öpenler de oldu.

       Birkaç gün sonra o ilan gerçekten çıktı, halen dosyamda saklıyorum. Hediye ettikleri lüks Mercedes’in sağlam kalan parçalarını, perakende piyasada ‘parça’ olarak pazarladım, yenisinden daha fazla para kazandım.                                                                                                                                              .                                                               ***

        Cemevi’ne gittiğimde, kazayı yapan kişi ve kaza gecesiyle ilgili bazı bilgiler edindim: Vefat eden genç 30 yaşında, zeki, iş bilen, işleri çekip çeviren…becerikli birisiymiş. Daha çok emlak işleriyle ilgileniyor ve güvenilir birisi olarak akrabalarının, komşularının ve tanıdıklarının birikimlerini ‘kar ortaklığı’ şeklinde değerlendiriyormuş. Nitekim o gece de Antalya’nın turistik bir ilçesine gitmek ve daha önce gidip gördüğü, ön pazarlığını yaptığı bir otelin kesin devrini almak üzere, kar ortaklarından topladığı para ve evrakları da beraberine alarak yola çıkmışmış. Birkaç ay önce evlenmiş…

          O akşam yola çıkmadan önce yemeğin beraberinde alkol almaya başlamış. Alkolü fazla almaya başladığını fark eden eşi kendisini tekrar tekrar uyarmasına rağmen dinletememiş, “Bir şey olmaz!.., Endişene gerek yok!.., Benim bünyem dayanıklı… “ gibi cevaplar almış. Son olarak da; “bu haliyle yola çıkmamasını, yarın gitmesini…” rica eden eşinin muhalefetine rağmen saat 23.00-24.00 arası yola çıkmış.

          Durumun vahametini gözlemleyen akıllı ve basiretli eşi, kendisinin engelleyemediği yolculuğu polis yardımı ile engellemek ümidiyle “155 Polis İmdat Hattı”nı arayarak arabanın plakasını, markasını, eşinin adını verip “aşırı alkollü olarak yola çıktığını, mutlaka engellenmesi gerektiğini…” izah etmiş.

         Nitekim, bu ihbar üzerine Sivrihisar civarında trafik polisi kendisini durdurmuş, ancak beyi bir yolunu bulup geçip yola devam etmiş. Geçtikten sonra da mobil telefonundan eşini arayarak:

         “-Beni her halde sen ihbar ettin. Ama ben geçtim. Yola devam ediyorum. Seninle dönüşte görüşeceğim…” şeklindeki konuşması üzerine, endişesi yatışmayan  eşi, beyinin tekrar yola koyulduğunu anlayıp trafik polislerine tekrar ulaşmış. Yine araç bilgilerini ve eşinin ismini verdikten sonra; “Sivrihisar Bölgesi’ndeki kontrolü geçmeyi başardığını, Elmadağ, Bayat, Afyon civarında olabileceğini…” de eklemiş ve kesinlikle engellenmesini tekrar rica etmiş.

          Bu ihbardan bir saat kadar sonra eşi bu sefer de Afyon civarından evini arayıp; “Sen benim başımın belası mısın? Senin işin yok mu, yatıp uyusan ya!.. Ne çevirttirip duruyorsun, beni masrafa sokuyorsun… Ama dönüşte bunları senin yanına kar bırakmayacağım…” gibi şeyler söylüyor.

       Ankara’daki eşi, beyinin ikinci çevirmeden de kurtulduğunu öğrenince, üşenmeden yılmadan üçüncü ihbarını da yapıyor. Ancak, henüz bir saat bile geçmeden, yeni bir çevirmenin azarını işitmeyi umarken, acı akıbetin haberiyle sarsılıyor.                                                                             .                                                                   .                                                                   ***

         Şerif Bey’in anlattıkları işte böyle!..

         Hal böyle olunca, akıbet de bu şekilde tecelli etmiş.

         Sonuçta, Bir yolcuya; masmavi denize nazır günlük güneşlik bir beldede otel sahibi olma hayaliyle yol alırken alkollü bedenle daracık bir kabre girmek, bir bayanın kaderine; birkaç aylık gelin iken dul kalmak, bir dürüst iş adamının kısmetine lüks bir Mercedes’in helal parası, bizlere de bu olaydan ‘gerekli dersleri çıkarmak’ düştü.

 

Hasan KUTLUTAŞ

Editöre Yazın