CENNET SOFRASI
Çok yıllar öncesinden, kıssa tadında, ‘cennette ve cehennemdeki ibretli bir ziyafet sahnesini’ hatırlıyorum. Ancak, nerede okuduğumu veya kimden ne zaman duyduğumu... bir türlü çıkaramadım. 07.06.2019’da web sitemde yayına koyduğum, iki sevimli çocuğun birbirlerine çilek yedirmelerine dair fotoğrafın altına, cennet ve cehennemdeki o ziyafet sofrası olayından mülhem yazdığım ibare dikkat çekti, hoşa gitti. Öyle olunca, hikayenin tamamını okuyucularımla paylaşmanın iyi olacağı fikri uyandı. O niyetle, olayın kaynağını araştırdıysam da, tam istediğim bilgiye ulaşamadım. Ulaşabildiğim; ‘uzun saplı kaşıklarla verilen ziyafet,’ bir bilge kişi ile iki grup dervişi konu almıştı, yani olay mahalli ‘dünyamızda’ idi.
Hikayenin yeri ve kahramanları farklı olsa da verilen, verilmek istenen mesaj, hemen hemen aynı; bir tarafta iyiliğin, insan sevgisinin, diğergamlığın... sergilendiği ve bütün tarafların nimetlendiği bir ‘cennet sahnesi’, diğer tarafta ise; nefsaniliğin, bencilliğin... aklı mantığı -makul yönde- nasıl işlemez hale getirdiğinin, sonuçta -yığın yığın edinim olsa da- nimetlerden faydalanamamanın sahnesi.
Kaynağını, giriş bölümüyle ilgili ayrıntıyı unutsam da, ben hikayeyi kendi duyduğum bildiğim şekliyle anlatacağım. Olayı şöyle sunayım;
İmanını ‘tahkiki’ seviyesine çıkarmaya çalışan, ‘sır saklama’ iradesine de sahip bir ehl-i kalbin: “Cennet nasıldır, cehennem nasıl bir ortamdır... acaba?” diye düşüncelere daldığı bir demde, Cenab-ı Hak, bir ikram-ı ilahi nevinden, o kuluna yakaza (uyku uyanıklık arası) halinde, cennet ve cehennemden birer sahne gösterir.
Meraklımızın yolu önce cehenneme düşer. Bakar ki güzel bir ziyafet masası kurulmuş. Ehl-i cehennem misafirler masanın iki tarafında karşılıklı olarak sandalyelere oturmuşlar. Önce her birinin önüne mis kokulu buharı üstünde çorba tasları koyulur. Ancak dikkat çeken bir husus vardır; ellerine verilen kaşıkların sapı bir metre kadar uzunlukta ve sadece uç taraflarından tutulmaya müsaittir. Bu haliyle kaşıkları çorba tasına götürmek imkansız değilse de çok zor, tasa götürülebilse de ağıza getirmek ise imkansızdır. Verilen gayret sonucu çorbaların bir çoğu dökülüyor, masa kirleniyor. Açlık hat safhada, gayret çok, sonuç yok. Bir kaşık çorba mücadelesinde, bencil gözler hiçbir şeyi göremez durumda. Haset bakışlar; “ben yiyemiyorum, acaba yiyen var mı?” diye diğerlerini yoklamakta. Zihinler içinden çıkılmaz hesapların kara kara düşünceleriyle dolu, düşünce ve kalplerdeki karanlık yüzlerine de aksetmiş; suratlar asık, kaşlar çatık. Sofra arkadaşlarıyla tanışma yok, konuşma, hal hatır sorma hiç yok, ‘buyurun’ deme yok, ‘afiyet’ dileme yok... Herkes nefsini doyurmanın telaşında. Saatler günler geçiyor, durum değişmiyor; tasların tabakların dolu olduğu ziyafet masasından istifade edebilen yok. Aç arık, karamsar, çare üretme yeteneğini yitirmiş, bitkin, bedbin, bezgin, şaşkın... insanların bulunduğu nahoş, ürpertici, tiksindirici... bir ortam.
Bizim ehl-i keşif, cehennemde göreceğini gördükten sonra cennet tarafına yöneliyor. Bakar ki benzer bir ziyafet masası da burada kurulmuş. Ehl-i cennet karşılıklı oturmuşlar, aynı uzun saplı kaşıklar onlara da verilmiş. Çorba servisi onlara da yapılıyor... Ehl-i cennet, dünyada iken edindikleri iyilik, yardımlaşma, paylaşma... alışkanlıklarını hemen devreye sokarlar; masanın bu tarafında oturan misafir elindeki o uzun saplı kaşıkla tam karşı taraftaki tastan çorbayı alıp, ihtimamla karşısındaki misafir arkadaşının ağzına götürüyor, karşısındaki de kendisine mukabil ikramı yapıyor. Masaya oturmadan önce selamlaşmış, akabinde de hemen tanıştıklarından, sohbet muhabbet beraberinde yiyip içiyorlar. Gelip geçen melekler onlara gıpta edip saygıyla: “Size selam olsun!” diyorlar... Yüzler mütebessim, alınlar pırıl pırıl, gözler şefkat saçıyor. Karşılıklı münasebetler zarif ve teşekkürlü... Bütün nimetlerin sahibi ve vereni Allah’a (cc) ise hamd üstüne hamd, şükür üstüne şükür edildikçe, masaları da o güne kadar tatmadıkları, görmedikleri leziz yiyeceklerle dolup taşıyor. Muhabbet, mutluluk, huzur... içinde, zamanın nasıl geçtiğinden haberleri bile olmuyor.
‘Gerçek akıllı’; ebedi alemin ebedi ziyafetleri, bitmeyen hayal ötesi nimetleri -tabii ki her şeyden önce Allah’ın rızası- için dünyada iken hazırlık yapar. Yollar yordamlar hep belli. Allah (cc) -haşa- yalan söylemez, 34 yerinde cennetten, 25 yerinde cehennemden, tamamında da bu ikisine giden yollardan bahseden Kur’an’da yanlış bir şey yazılmaz. Üzerinde yaşadığımız bu ‘Dünya’ “yalan dünya” değil, “ahiretin tarlasıdır!” Cennetteki o maddi manevi ziyafet sofralarının meyveleri sebzeleri, dünyada yaşarken bu tarlaya atılan tohumların semeresidir.
“Cehennem dediğin, dal odun yoktur.
Herkes ateşini kendi götürür.” (Pir Sultan Abdal)
Hasan KUTLUTAŞ