DİSTRİBÜTÖR KAPAĞI 14.09.2019 13:57:24

Anasayfa/ Hikayeler

DİSTRİBÜTÖR KAPAĞI                                                              

Ofiste, eski bir arkadaşımla koyu bir muhabbete dalmışken, semtimizde mücevherat işi yapan komşum ve bir başka eski arkadaşım -hatta baba dostum- Hasan Bey çıkageldi. Hoş beş, tanıştırma faslı…

Yarım kalmasın diye - Hasan Bey’e anlatılan kısmın özetini yaparak- merak uyandıran muhabbete devam ettik. Konu, ‘Kıssa Tadında’ isimli web sitemizde yayınlanan hikayelerin frekansında idi. Eski arkadaşım, o hikayelerin çağrıştırdığı bir iki yaşanmış olay nakletti. Samimi ortama ayrıca manevi bir atmosfer yükleyen anlatılanlar, sonradan aramıza katılan Hasan Bey’in de dikkatini çekti.

Eski arkadaşımın anlatımları bitince Hasan Bey söz aldı. “Beyler!” dedi, “45 senedir hiç kimseye anlatmadığım, bizzat başımdan geçen bir olayı, ilk defa size anlatayım. İster inanın ister inanmayın.” Dedikten sonra, 1975 yılında yaşadığı bir olayı anlatmaya koyuldu. Kendi ağzından nakledeyim:

Ağabeyim Abdülkerim, İzmir Narlıdere’de askerdi. Yıl 1975. Bir gün babama bir telefon geldi;

“-Baba, ben buradaki Alay’da bir Astsubay ile takıştım. Birkaç gün içinde ya o beni ya ben onu öldürebilirim. Ta ki o durumdayız. Yapabileceğin bir şey varsa yap, beni bu girdaptan kurtar!..”

Eteğimiz tutuştu... Abim çok aksi, deli dolu, aklına koyduğunu yapan birisiydi.  (“Benim tanıdığım kadarıyla hiç de öyle değil. Gerçekten öyle mi? dedim veya der gibi baktım.) Gerçekten… Halen de öyle diyebilirim.

Rahmetli babamla (Bizde de Sinan Amcamıza Allah’tan rahmetler diliyoruz.) beni aldı bir düşünce. Devir benzinin, mazotun bulunmadığı, karaborsa olduğu devir. Bir Murat-124’ümüz vardı. Akşama kadar dolaştım, depoyu fulledim, üç bidon da yedek benzin bulabildim. Akşama yakın İzmir’e gitmek üzere babamla yola çıktık. Niyetimiz; birkaç yıl önce Albay’lıktan emekli olan, emekliliğini İzmir’de geçiren, babamın uzaktan kuzeni bir Ömer Amcamız vardı, önce onu bulacaktı. Telefonu yoktu veya vardı da biz ulaşamamıştık, en iyisi bizzat gidip, kendisini bulup, askeriyede bir tanıdığı varsa, bölüğünü, alayını değiştirmek için ricacı yapmaktı.

Hiç durmadan yol alıyoruz. Uşak’ı geçtik, Selendi yol ayrımı civarındayız, gecenin 02-03’ü sıraları olmalı, direksiyondayım. Yolun sağında duran bir otomobilin yanından geçerken,  ailesi de yanında olan bir adam el kaldırdı. Hız kesmeden yanından geçtimse de rahmetli babam, “oğlum dur bakalım, bu saatte bu adamcağızın derdi ne, bir soralım…” dedi. Ben frenledim, aklımdan “derdi ne olacak ki, benzini bitmiştir. Bizim benzin dönüşe ya yeter ya yetmez. Ne yapalım, bir bidonunu bari veririz…” diye tahmin yürüterek, düşünerek geri geri geldim. Durduk, arabadan indik.

       “-Hayırdır hemşerim, niye durdun?” dedik. Adam;

       “-Araba stop etti, çalışmıyor” dedi.

       “-Benzinin bitmiş olmasın?” Adam;

       “-Hayır, benzinim var.” dedi. Ben ‘benzini kurtardık’ diye rahatladım. Tekrar sorduk:

       “-Araba çalışmıyor mu?”

       “-Evet.”

       “-Neden ki?”

       “-Bilemiyorum, anlayamadım… Çalışmıyor.”

Babam da ben de arabadan, arızadan anlayan insanlarız. Hasan abim bilir, uzun yol tırcılığımız bile var… Araba Peugeot (Pejo) otomobil. Ön kapağı kaldırdık, sağını solunu kontrol ettik, distribütörün plastik kapağının çatlak olduğunu fark ettik. Tamam o bizim işimiz. Bir naylon parçası bulduk, adama; “çakmağının olup olmadığını” sorduk, varmış. Naylonu erittik, kapağın çatlayan yerini güzelce kapattık.

       “-Bas marşa hemşerim.”  Marşa basıldı ama araba çalışmadı. Ustalığımız işe yaramadı. Ne yapalım?.. Adama sorduk;

       “- Burdan sonra neresi, hangi şehir var?”

       “-Kula.”

       “-Kaç kilometre?”

       “-20 kilometre kadar.”

       “-O zaman senin arabayı bizimkine bağlayalım, Kula’ya varalım. Belki bir çözüm buluruz. En azından bu tenha yerde kalmamış olursunuz... Pejo’yu bizim ‘Hacı Murat’a bağladık, adam çocuklarıyla kendi arabasına bindi, Kula’ya ulaştık.

Tam şehre girerken, kaldırımın kenarında park halinde, aynı renk, aynı model bir Pejo gözüme ilişti. Az ileride durdum, babama; “Siz biraz burada bekleyin” dedim ve gecenin o ileri saatinde, o ıssızlıkta, Pejo’nun sahibinin evini buldum, dairesinin ziline bastım, adam pijamasıyla kapıyı açtı. Durumu izah ettim; “aynı model arabamızla yolda kaldığımızı, distribütör kapağının çatladığını, kendi arabasındaki kapağı bize vermesini, ücretini fazlasıyla verebileceğimi, o parayla yarın parçacıdan yeni kapak alıp takabileceğini… rica ederek anlattım. Sonunda da; “Ya kapağı ver, ya da bizi sabaha kadar misafir et, istirahat edelim.” diye de espri yaptım.

Adam iyi niyetli, anlayışlı birisi çıktı. Giyindi, indi, arabasının distribütör kapağını çıkardı verdi. Parayı da, gayet makul bir miktarda kabul etti.

Yeni kapakla, babamın ve yolda kalan adamın yanına vardım, yine ön kapağı açtık, kapağı taktık, araba ‘tık diye’ çalıştı. Sahibi rahatladı, stresi dağıldı, yüzü mütebessim bir hal aldı… O ana kadar pek konuşmayan (zaten koyulduğumuz işin meşguliyetinden konuşmaya fırsatımız olmamıştı) adam bize döndü:

      “-Beyler, arkadaşlar, siz kimsiniz? Halen sizin gibi yardım sever iyi insanlar var mıymış!.. Nerelisiniz, nereden gelip nereye gidersiniz?”

Biz, aslen Mardinli olduğumuzu, Ankara’da ikamet ettiğimizi, aksi bir oğlumuzun İzmir Narlıdere’de, filan Alay’da askerlik yaptığını, Alay Astsubayları’ndan birisiyle takıştığını, bizden acil yardım istediğini, emekli bir Albay tanıdığımızdan yardım istemek üzere… İzmir’e gitmekte olduğumuzu özetledik. Bizi artan bir dikkatle dinleyen adam, sözümüz bitince dedi ki;

         “-Siz o işi bitmiş bilin! Ben o alayın komutanı Albay …….. …..‘yım. O işi kapatalım da, şimdi peşpeşe İzmir’e gideceğiz ve siz benim misafirim olacaksınız.”

Allah, Allah… Donduk kaldık. Önce inanamadım. Sonra, kendi ifadesine göre ‘Albay ve Alay Komutanı’ olduğunu söyleyen adamı, bir de o gözle, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya süzmeye başladım. Yaşıyla, tipiyle, kıyafetiyle, tıraşıyla, edasıyla… evet bu adam Albay olabilir” kanaatine vardım. Kendimizi toparladık:

         “-Albayım, madem ki siz Albaysınız ve o Alayın Komutanısınız, biz size çocuğumuzun ismini verelim, siz yapacağınız gereken güzelliği yapın, biz de buradan Ankara’ya geri dönelim. Malum benzin de bulunmuyor, daha 100 kilometreden fazla yol var, gittin geldin 250 kilometre demek, sen bizi bırak. Sağolun, misafir etmiş sayalım…” Albay:

        “Hayır, ben sizi misafir etmeden bırakmam!” O ısrar eder, biz ısrar ederiz… neticede Albay’ı ikna ettik. Vedalaştık, o İzmir, biz Ankara tarafına yola çıktık.

Aradan iki gün geçmişti ki, evimizin kapısı çaldı. Açınca baktık ki, koltuğunun altında bir evrak dosyasıyla, ağabeyim Abdülkerim içeriye girdi. Naklini Hüseyingazi tarafındaki, evimize iki kilometre mesafede bulunan 28. Tümen’e  yapmışlar. Nakil evraklarını da kendisine verip yolcu etmişler. Bir iki gün sonra gidip teslim oldu. Daha sonra Tümen Savcısı’nın makam şoförü yaptılar. Bazen Savcı Bey’le birlikte olmak üzere sık sık eve de uğrayarak, rahat ve kolayca askerliğini bitirdi.

İster inanın, ister inanmayın.

45 seneden sonra ilk defa anlatıyorum.”

                                                            ***

Hasan Bey’i heyecanla ve doğruluğundan şüphe etmeden dinledik. Şahsen derinden etkilendim ve “bu alemin sadece gördüklerimizden ibaret olmadığına… “ dair kanaatim perçinlendi.

Hasan Bey’in 44 yıldır sır olarak saklayıp kimselere anlatmadığı ve 20 gün önce ilk defa bize anlattığı bu çok enteresan hatırasını, her seferinde gözlerim dolarak, 20 günde 10 kişiye anlatmışımdır. Derler ya;  “İki kişinin bildiği sır, artık ‘sır’ değildir.” Bu da öyle oldu. Bir de ne demişler: “Allah rast getirecekse bir kişinin işini, mermere geçirir dişini…” Şimdi de, “bütün okuyucularım duysun bilsin” diye bu, enteresan olduğu kadar düşündürücü hatırayı -Hasan Bey’in rızasıyla- yayınlıyorum.

Her anlatışımın arkasından çoğu zaman dediklerimi burada da diyeyim: “Samimiyet açılmaz denen kapıları kolayca açan bir anahtardır. Samimi niyet ve gayretlerimiz, fiili dualar hükmündedir. Kalplerimiz temiz, niyetlerimiz halis, dileklerimiz de meşru olursa, Allah’ın izni ve yaratmasıyla, hiç ummadığımız çabuklukta ve ummadığımız şekilde muratlarımıza ulaşabiliriz. Yeter ki biz; elimizden gelenleri yaptıktan sonra tevekkül etmesini bilelim, iyi niyetli ve iyiliksever olalım, Allah’ın yardımına liyakat kesbedelim.”

(Eylül - 2019 - Ankara)

Hasan KUTLUTAŞ 

Editöre Yazın