HASAN ÇAVUŞ 28.07.2019 16:32:29

Anasayfa/ Hikayeler

HASAN ÇAVUŞ                       

Piriştine hudut taburunun üçüncü bölüğünde geçirdiği üç senelik nizamiye hayatından ayılmak pek sevdiği bir hayatın tatlı ve zengin hatıralarına veda eylemek zamanı gelmişti. Terhis emri bütün asker arasında nihayeti bulunmaz bir sevinç hasıl etmişti. Herkes seviniyor, her nefer hazırlığını ikmal ediyordu. Gizli bir elemin hazin teessüratı onun kalbini sardı. Gözlerinin şeffaf ve asil bakışına bir hüzün ilka etti. Herkes güldüğü halde o bir hüznün, ye’sin karışık hatlarını çehresinden silemiyordu. Onun ruhunda yer bulan bu görünmez elem ne idi. Hangi şey sebep oluyordu. Anlayamadığı bu hüznün ezici pençesinde, benliğini bir türlü kurtaramıyordu. Dun pek şen, pek mesut iken bugün neden gülemiyor. Neden köyüne gitmek sevinç hissetmiyordu.

Keşfedemediği bu sırlı kederin bunaltıcı kanatları altında o da zabitlerine veda ederek istasyona geldi. Trenin kulakları parçalayan düdük sedasına karışan haykırmalar; kalanlara ait veda sesleri, koşmalar, gaziler arasında coşkun bir seda havasının sürurlu fırtınası içinde mendillerini sallayarak hareket ettiler. Tren Kaçanık Boğazı’ndan geçerken yalçın yamaçların canlandırdığı hatıralar onun korkusuz ruhunda bir titreme hasıl etti. Mazinin yorucu, tehlikeli günlerini düşünürken vagonda söylenen koşma onu, bir bebek saffet ve masumiyetiyle ağlatmıştı;

Ey Balkan koca Balkan                  Ey Kaçanık Kaçanık                                                                                                                            Elimde kanlı kalkan                        Yarin kekili kesik                                                                                                                                            Seni bana sorsunlar                       Gidiyorum ben yare                                                                                                                                             Çokcanlar yakan Balkan.               Gezmesin sende kekelik.

Hareketlerinin on besinci günü kasabalarına geldiler.

Hasan Çavuş be arkadaşıyla şubeye müracaat etmişti. Şube reisi bu talihsizlere gayri ihtiyari güldü. Biraz tereddütten sonra:

“-Oğlum köylerinize gidemeyeceksiniz. Seferberlik var. Balkan’da muharebe başladı. Şimdi doğruca sevkiyatla geri gideceksiniz.”

Bu emir, onların ruhunda, anlaşılmaz keşfi müşkül bir his tevlit etti. Gittikleri yeni taburla bölüklerinde başka bir hayat daha yasamaya kendilerini alıştırdılar.

Harp bitmiş terhis başlamıştı. Hasan Çavuş esaretten avdet etmişti ki. İstanbul’da onu başka bir alaya sevk ettiler. Hükûmet yeni bir harbe daha girmişti.

Bu defa hiç müteessir olmadı. Hatta kalbinde zaman zaman kendisini sikan kederler bile zail olmuştu. Alay’ı Çanakkale’ye, Galiçya’ya, Suriye’ye giderek bütün harplerde pek parlak bir nam kazanmıştı. Alayının sancağına üç defa talik edilen harp madalyaları merasimi esnasında Hasan Çavuş başkumandana takdim edilmiş, kumandanın taltifine nail olmuştu. Alayında herkes onu sever, en mühlik anlarda onun fedakârlığını görürdü. Suriye ricatinde yaralanan alay kumandanını arkasında taşıyan Hasan Çavuş bir İngiliz süvari müfrezesinin ihatası altında esir oldu.

Geçirdiği iki senelik esaret hayati onun benliğinde hiçbir tahavvül hasıl etmemişti. Dün ne ise bugün yine o idi. Bir çocuk kadar halim, bir aslan kadar şehametliydi. Bu hayati da ikmal etti. Mısır Esirra Garnizonu’ndan Selimiye Kışlası’na nakil edildiği zaman yine kalbi kırgın, cehresi mükedder, benliği zayıftı. Gizli bir sıkıntı, anIaşılmaz bir elem her dakika ruhunu sikiyor, etrafında bulunan hiçbir şey, hiçbir şahıs ve hiçbir vaka onu teselli edemiyordu. Meçhul bir cismin acı elemi onu kanatları altında mütemadiyen eziyor, hırpalıyordu.

Köyüne geldiği zaman bu dağdağasız, sakin muhit kendisine o kadar garip, o kadar çıplak göründü ki, iç sıkıntılarını birkaç gün yenemedi. Onun da bir anası veya bir nişanlısı olsa idi, sıkılmayacaktı. Köyde onu soranlar, ona hoş geldin diyenler hep akraba olmayan komşulardı.  Himayesine sığındığı ihtiyar emmisi bile onu alelade bir misafir şeklinde karşılamıştı.

Sessiz gecen günlerin uzantılarını yenmek için çareler arayan Hasan Çavuş, ancak omuzlarında parlayan bas çavuş nişanlarının verdiği gururla müteselli olur, dünün hatıralarıyla kendini avuturdu.

Cami önündeki meydanlıkla çömelip halka olan köy delikanlılarının gipta-aver nazarları altında, hayatının gecen günlerini kendisine has bir zevkle anlatır, onların enzar-i takdir ve gıptası altında kalmayı bir zevk ve teselli addederdi. Her genç, ona hürmetle yaklaşır, onun menakıbını dinlemek için fırsat kollarlardı.

Yine bir gün Galiçya harbinin meraklı bir safhasını köy gençlerine anlatırken sözünde birden bire bir tevakkuf hasıl oldu. Gözlerini karşıda bir noktaya dikmiş, dik ye gümrah bıyıklarının gölgelediği dudaklarında tatlı bir tebessüm belirmişti. Etrafında toplanan köy gençleri bunun farkına vardı. O sırada Çavuş’un baktığı tarafa bakmaya başladılar. Çavuş, naza-rı dikkati celp etmemek düşüncesiyle sözlerine devam etmekle beraber gözlerini bir türlü karşıdan ayıramıyordu. Aynı zamanda efkarında zincirlenen menakıp silsilesini muntazam ifade edemeyerek vakaları yekdiğerine karıştırmaya başlamıştı. Çavuş’un halindeki tahavvülü gözleriyle araştıran kurnaz gençlerden birisi, Hacı Satılmış’ın evinden gizli nazarlarla bir kızın Çavuş’a gülümsemekte olduğunu fark etti. Evde gördüğünü yanındakilere sezdirmemek arzusuyla Çavuş’u dinliyor, fakat Çavuş’un efkarında hasıl olan ıttırasızlığı da gülümsemek suretiyle izhardan fariğ olamıyordu. Bu hali fark edenler birdenbire çoğaldı. Artık etrafında bulunanların hepsi görmüş ve anlamışlardı.

Vaka derhal şayi oldu. Herkes yekdiğerine Çavuş’un, Hacı Satılmış’ın kızına tutkun olduğunu, birbirlerine güldüklerini söylemeye başladılar. Bir elektrik cereyanı gibi köye şayi olan bu meseleden Hasan Çavuş müteessir olduğu nispette erkek gururunun gizli sevinçlerini ketm edememişti. Onu evvelden tanımıyordu.

Bunu, gözleri o gün ki vakaya kadar itiraf etmemişse de kendini Selimiye Kışlası’ndan bu sakin köye sevk eden gizli bir saik olarak kalbinde saklı idi. Hacının kızı onun kalbini daha askere gitmeden kapmış kendine bağlamıştı. Fakat; bu gönül bağlanışını hiçbir zaman ciddi, ümitli telakki etmeyen Çavuş, onun hayalini ancak azade dakikaların üzücü sıkletinde alelade bir düşünüş olsun diye zihninde canlandırır, ona muvakkat bit renk ye emel verirdi. Bu muvakkat ve zaman zaman düşüşler, bir gün hiç umut etmediği bir kuvvet iktisap etti. 0, bu kuvveti yenmek istediği halde sebebini keşfedemediği bir hal mütemadiyen kendisini yeniyor, onu kuvvetli pençesi içinde bir zayıf madde haline getiriyordu. Yine biliyordu ki; bu hal olsa olsa ilk verdiği masum bir hayalden arzudan başka bir şey değildir. Çünkü Hacı, köyünün hatırı sayılır bir ağası hatta babasının velinimeti addolunurdu. Çavuş neye neyine istinat eder de kalbinde doğan bu aşka kuvvet verebilirdi. Onun nesi vardı. Birkaç dönüm tarlası değil mi? Hâlbuki Emine’nin babası zengin, Emine güzel, ona talip olanlar da daha kuvvetli şahsiyetlerdi. Binaenaleyh Hasan Çavuş hangi neye istinaden Emine’yi alabilirdi. Bu, onun için devam hoşa giden tatlı ve uzun bir rüyadan başka bir şey olamazdı. Kalbinde hayat bulan, açılan emeller, bir sonbahar rüzgarının kamçıladığı, dağıttığı bakir birer çiçek hayatı kadar muvakkattı.

Onun emeli bir noktada canlanır, hakikat olurdu. Kaçmak, kaçırmak... Bunu zihninde tekrar ettikçe gizli bir kuvvet onu ta benliğinden sarsar bütün vücudunu titretirdi. Çünkü o ne düşman önünde kaçmış ne de düşmanı kaçırmıştı. Erkekliğinin bahşettiği kuvvet ve kudretle çarpışmış, erkekçe durmuş ve mağlup etmişti. Şimdi bir takım esbap tesiriyle namuslu bir kızı kaçırmak ve kaçmak ona, hazmedemeyeceği bir zehir kadar ağır geliyordu. Köy halkı, komşu köylüler ne derler, nereye gidebilir, nerede kalırdı.

Ya kız kendini sevmezse kaçırmaya muvaffak olamazsa; sonra   kirlenen adıyla köy halkının arasında nasıl yaşayabilirdi. Şimdiye kadar hiç zedelenmeyen izzet-i nefsini nasıl feda edebilirdi? Hayır, hayır bunların bu düşüncelerin lekeli bir kahramanı olamazdı. O, namusuyla tanınmış, namusuyla yaşamak isteyen bir erkekti.

Kirli bir nama müstahak olmayan Hasan Çavuş, Emine’yi hayatinin ufkunda bir ümit yıldızı olarak yasatmaya, onun uzak fakat cazip ziyasıyla aşkını teskine karar vermişken o gün Emine’nin ani görünüşü, tebessümü hayalinde yasayan aşk bir güneş kadar hararetli ye ziyadar olmasına sebep oldu. Kalbine birden bire doğan güneşin keskin harareti, nafiz ziyası, benliğinde inci mad eden aşkın bütün bağlarını, birdenbire gevşetti. Toplanan nefsi göğsünün muhitini taşıyor, varlığında pek başka bir zevkin erişilmez kudretini hissederek asabini saran tatlı bir irtiaşın ılık helecanıyla sermest oluyordu. O günün helecan ve rüyası ona sermedi bir hayat bahsetti. Artık Emine’yi yakınında görüyor, onun yumuşak bakir nefsiyle ruhunun sarsıldığını hisseder gibi ürperiyordu.

Aşk hayatta bir küvvetse, Hasan Çavuş simdi en kavi yenilmez bir şahsiyetti, bir saadetse en mesut bir insandı. O hayatında iki gün saadetini pek yakından görmüş, saadetin vermiş olduğu kuvvet ve neşe ile huzuzatın mukaddes bir sarhoşu olmuştu. Birisi Çanakkale Zaferi’nden sonra fırka kumandanının gözlerinden öperek göğsüne nişan takması, birisi de Emine’nin; “ben seni seviyorum, ben senin olacağım” manasına ona candan gülmesidir. Cami önü vakası şuyu bulunca herkes bu mesele ile yakından alakadar olmaya başlamıştı. Aleyhte çalışanlar, lehine gayret edenlerden azdı. O, etvafıyla yiğitliğiyle doğruluğuyla köyünde bir sevgi temin ermişti. Bir gün köyün köse sakal imamı Sadik Hoca ikindi namazından sonra Çavuş’un emmisiyle Satılmış ağanın odasına gittiler. Onları uzaktan tarassut eden Çavuş’un cehresinde helecanın, sabırsızlığın bıraktığı tatlı bir hürmet vardı. Muttasıl düşünüyor, göğsünde sıkışan kalbinin darabanını zor teskin ediyordu.

Artık hayatin geniş ye nihayetsiz ufkunda parlayan aşk yıldızı yaklaşmış, elini dokunabileceği bir noktaya inmişti.Masum bir hissin şaibesiz bir hitabıyla ta geriden ümit ve muvaffakiyet diliyor. Kavi bacaklarında kuvvetin gittikçe azaldığını, düşman önünde titremeyen mehip varlığının bir an içinde titrediğini hissediyordu. Köye girmek, köydeki arkadaşlarıyla hasbıhal ederek oyalanmak ihtiyacını hissediyorsa da buna bir türlü cesaret edemiyordu.

Emmisi muvaffak olmazda Emine’nin babası reddederse o zaman köy gençlerine nasıl bakacak, onların yanında nasıl durabilecekti. Bu düşüncelerin yorucu, üzücü tesirleri altında ezilirken Çakal Dağı’nın arkasında kaybolmaya başlayan güneş, onun solgun çehresine bir ümit, sebat leması saçarak battı.

Ufkun geniş, muhitinde hasıl olan muhtelif renklerin bedii kaynaşmaları içinde Emine’sini görür gibi oldu. Ona koşmak, onu tutmak, ona yalvarmak ihtiyacıyla kıvranıyor, benliğinin aczinin verdiği kudretsizlikle bunalıyordu.

Yamaçtan inen sürünün şetaretli akışını ruhunda kaynayan aşkın masum bir makesi sandı.  Şu anda neler olmak istemedi. O da Emine’sine karşı bir saffetle meleyerek sürü içine katılıp eve döndü. Kapıdan girerken Köse Sakal İmam çıkıyordu. Karşısında mahcup bir çocuk vazında gözlerine bakan Çavuş’un kulağını şefik bir iltifatla tutarak: “Allah koca yaşatsın kutlu olsun” dedi gitti.

Oh... bu ne saadetti. O anda dünyanın bütün saadetleri bir nefha halinde Çavuş’un kalbini doldurmuştu. Bahtiyarlığın bu kadar çabuk doğuşuna inanamıyor, sevincin verdiği sarhoşlukla adeta sendeliyordu. His ve hayal artık onun nazarında tahakkuk etmişti. Hayalinin ufkunda göz kırpan yıldızı şimdi göğsünde görüyor, onun ziyasıyla kalbini ruhunu aydınlatıyordu. Her şey, her şey onun olmuştu. Geniş göğsünün alabildiği bir havayı saadetin verdiği bit küvvetle boşalttı. Artık mesuttu.

Hasan talihin kendisine verdiği bahtiyarlığın Ilık heyecanıyla birkaç gün yaşadı. Köy delikanlıları kendisine bir kat daha ehemmiyet vermeye başladılar. Hatta bazıları gıptalarını, beşerin ruhunda keskin dişli bir akrep olan hasede ihtirasa çevirdiler. Onun öksüz şaibesiz hayatında mazhar olduğu bu bahtiyarlığı çekemeyenler de çoktu. Bu muhteris insanların kalbinde yasayan akrep zehirli kuyruğunu etrafa çarpmaya Çavuş hakkında saffet ve samimiyet besleyenleri zehirlemeye başladı.

Birkaç ailenin sükût ve samimiyetiyle hayat bulan köyün saf ye masum muhitinde esen bu ihtiras havası, insanlığın ezeli ve ebedi bir günahıdır. Ondan hiçbir suretle kurtulmanın, azade kalmanın imkânsız olduğunu, on iki senelik asker hayatında birçok örnekleriyle Çavuş takdir etmişti. O hayatta; hayatın bütün safahat-ı muhtelifesine karşı pişkin zengin bir adam olmuş idi. Bittabi bu küçük muhitin hakkında izhar ettiği ihtiraslara karşı sakin lakayt kalamayacaktı. O da insanlığın asabi hisleriyle hümmalanacak, gururunun kırılmasına, nefsinin zedelenmesine tahammül gösteremeyecekti. Fakat Çavuş hayatın birçok tecelliyatına şahit olmuş, yaşamış tecrübe etmiş bir insandı. O bu gibi sefil akıbetlere düşmemek istiyordu. Etrafında bir yığın sinek uğultusuyla dönen seslere, dedikodulara kulak vermemekle ahlaki tekamülünü ispat etmekte idi.

Düğün hazırlığı Çavuş’u işgal eden en tatlı bir işti. Göğsünün kıymetlerince bir çok şeyler tasavvur ediyor, bir çok şeyler yapmak istiyordu. Düşüncelerinin bu mahrem sahifelerini ancak Onbaşının Mustafa’ya nakleder, onun sözlerinden bir şifa ve teselli bulurdu. Mustafa da henüz askerden dönmüş bir arkadaşı idi. Köy insanları içinde ondan başkasına fazla bir alaka ve samimiyet ruhunda hissedememişti. Bütün düşüncelerini, emellerini ona nakleder onunla çareler arar kararlar verirdi. Artık her şeyi hazırlanmıştı. Yalnız düğün gününün tayini ile düğün bayrağının dam üstüne dikilmesi kalmıştı

Bir gün Çavuş, Mustafa’nın evine mutadından evvel geldi. Mustafa henüz kalkmamıştı. Onu taciz ettiğini fark else de aralarındaki arkadaşlığın laubali bir imtiyazı olarak kabul etti. Fatma Nine bunlara süt getirdi. İçtiler. Mustafa, Çavuş’un mutlak bir maksat ve teessür neticesi geldiğini çehresinden anlamıştı. Hiçbir şeyi sormak istemedi. Meseleyi, maksadı her halde Çavuş’un anlatacağına mutmain olduğu için ona intizar ediyordu. Filhakika sukut çok devam etmedi. Çavuş hazin bir tebessümle:

-Mustafa biliyor musun ben niye geldim.

-Geldinse hoş geldin, bilmem ki niye geldin?

-Allah hayra tebdil etsin bugün bir düş gördüm, canım sıkıldı. Onu sana anlatmaya geldim.

- Hayırdır inşallah... rabbi yessir, vela tuassir…

-“Düşümde seninle beraber bir dağin eteğinde imişiz. Orada otururken havaya kapkara bir bulut toplandı. Biz de seninle bu nedir, yağmur mu yağacak diye bakınırken, öteden bir askerle bir hoca geldi. Selam verdiler ve bize ne duruyorsunuz dağa çıksanıza !... dediler. Biz de bir şey söylemeden çıkmaya başladık. Biz çıktıkça dağ büyüyordu. Ben yoruldum. Biraz oturmak istedim. Birden bire yanımda Emine peyda oldu. Elimden tuttu. Sen ben, Emine üçümüz tekrar dağa tırmanmaya başladık. Tam tepesine çıkacağımız bir sırada Emine kayboldu. Ben Emine’yi ararken havada toplu duran buluttan öyle bir yağmur yağmaya başladı ki, be adam akıllı ıslanıyordum. Bir de birçok askerler peyda oldu. Beni bir bayrağa sardılar. Yönümü kıbleye çevirdiler, o sırada yağmurun arasından koca beyaz bir kuş geldi. Beni kanatlarının üstüne koydular. Kuş beni havaya uçurmaya başladı. Aman düşeceğim derken uyandım. Ama çok telaşlandım..”

-Adam sende buna devlet düşü derler olacak muradına ereceksin.

-İnşallah ama ben pek ummuyorum.

-Haydiye be.. kalbini vesveselendirme..

İki arkadaş arasında gecen bu samimi hadiseden üç gün sonra köye gelen Jandarma zabiti Çavuş’a, arkadaşı Mustafa’ya askerliklerini tebliğ etti. Ve bu harbin eski harplere benzemediğini, düşmanın memleketin Afyonkarahisar’da onları beklediğini, dinin, memleketin, ırzın tehlikede olduğunu onlara anlattı. Bir zabit emrine, kumandasına alışmış olan Çavuş hiç taaccüp etmeden eve döndü. Çantasına çamaşırlarını yerleştirdi. Lazım olacak şeylerini aldı. Zabitin yanına gideceği bir sırada aklına başka bir şey geldi. Durdu ve ani bir karana çantasını bırakıp zabitin yanına gitti. O, bütün hissiyatını arzusunu bütün temizliğiyle zabitine anlatacak, bir mürüvvete, mes’adete mazhar olursa sevinecekti. Yine defteriyle meşgul olan zabitin işlerinin neticesine intizar etti. Bir saat sonra hareket emri verilmişti. Çavuş iyi terbiye görmüş bir asker vazıyla zabiti selamladıktan sonra kendisine maruzatta bulunacağını söyledi.

Onu şefik bir ruhla dinleyen zabite on senelik askerlik hayatını, sergüzeştini en son vaziyetini izah etti. Buna mukabil düğününün yapılmasına kadar hiç değil iki ay izin vermesini rica etti. Bu ricanın kabulü kendi elinde olmadığını söyleyen jandarma zabiti hakikaten bu temiz, civanmert insan karşısında kalbi sızlamış, gözleri yaşarmıştı. Onun bir çiçek gibi solan kalbini bir ümitle yaşatmak için: “İnşallah kazaya vardığımızda şube reisinden iki ay mezuniyet alırız” diye teselli etti. Gitmek Çavuş’a vazifeden kaçmak, kurtulmak değildi. Yalnız hayatinın ilk saadet çiçeğini göğsüne takmaması, onun bakir kokusu içinde bir dakika olsun kalamamasıydı. Kafile Emine’nin evi önünden geçerken, damdan bir çevre Hasan Çavuş’un omzuna düştü. Derhal ihtilaçlI bir seslenme ile baktı. Emine ağlıyordu. İşte burada bu melek ruhlu insanın kalbinde İhtiyarsız, şuursuz bir heyecan hâsıl oldu. Kafilenin arasından bir ok gibi çıkarak Emine’nin yanına koştu. Emine’nin ninesi, teyzesi, küçük kız kardeşi hep ağlıyordu. Büyüklerin ellerinden öptükten sonra Emine’nin önünde bir muharip karışında alınan vaz’ı ihtirama müşabih bir vaziyet aldı.

Gezlerini yere dikerek; “-Ağlama, elbette giden gelir. Senden dua Allah’tan sağlık yine kavuşuruz.”         .    

Emine hiçbir gey söylemeye muktedir değildi. Titrek hıçkırıkların boğucu inletileri ile bir şey söylemeye muktedir olamadı. Yalnız ağlamaktan kızaran gözlerini çavuşun gözlerine naspetti. Bu manzara karsısında bütün benliğinin eridiğini kudretinin tükenmekte olduğunu hisseden Çavuş dişleri arasında dudaklarını sıkarak,

“-Allahaısmarladık.”  Diyebildi..

Bir gün gün batarken otuz altı saatten beri cebri düşmanı takip eden Alay Menemen ovasını bitirmiş Menemen’in akş am sisleri içinde uzanan şeklini görmüştü. Alay kumandanı Hasan Çavuş’u bir manga ile sağ canipdara çıkararak şehrin şark-ı şimalinden girmeyi ve o civarı iyi taramasını tembih etti. Aldığı emirleri iyi anlayan, kusursuz yapan Çavuş mangasıyla hareket etti. Şehir artık gözüküyor birçok insanların ellerinde bayrak davullarla istikbale geldikleri fark olunuyordu. Çavuş bu heyecanlı günün sürur dalgaları arasında çırpınırken sağ tarafından bir tayyarenin kendi üzerlerine doğru gelmekte olduğunu gördü. İptida ehemmiyet vermedi. Türk tayyaresi olduğuna zehap olmuştu. Fakat bıraktığı bir bombanın müthiş tarrakasıyla beraber ileriye doğru süratlenen, tayyarenin kanatlarındaki salibi görmüşlerdi. Alayın üzerine tebdil-i istikamet eden tayyare piyade ateşinin çılgın hücumundan kurtulmak için döndü bıraktığı ikinci bomba tam Hasan Çavuş’un iki metre önünde infilak etmişti. İnfilaktan mütevellit kirli siyah duman silindi. Dokuz kişilik canipdar kuvvetten ancak üç kişi kalmıştı. Halik’a kavuşan ruhlar, bakidekilere gökten uçan ruhlarıyla iştirak ettiler.

Alayın Menemen’e duhulünün ertesi günü bütün memleketin iştirakiyle yapılan cenaze merasiminde önde giden tabut Hasan Çavuş’undu. Sırasıyla diğer beş şehit onu takip etti. Hazin ve derin bir matemle defnedilen bu şehitlerin mezarı başında imam efendi telkin verdikten sonra bir nefer yeni mezarlardan birisinin üzerinde diz çöküp solgun dudakları arasında Fatiha okudu. Temiz kalple okuduğu bu Fatiha’yı asker ocağının sadık bir kahramanı olan Hasan Çavuş’un ruhuna Fatiha ithafından sonra kuru nasırlı elleriyle nemli gözlerini sildi. Son sözü: “Çavuş bu akıbeti Emine’ye söyleyeceğim. Bana anlattığın rüya çıktı” oldu.

NOT: Çorum Gazetesi’nin Aralık 1923 - Ocak 1924 tarih ve 136,137,138. sayılarında yayınlanan bu hikaye; Eğitimci, Tarihçi, Edebiyatçı, Şair ve Yazar, Çorum kültürü aşıklarından... ‘AKİL’ insan Abdülkadir OZULU’nun günümüz Türkçesine uyarlayarak yayına sunduğu “Milli Mücadelede Çorum Gazetesi’nde yayınlanan Makaleler ve Şiirler - 2006” kitabından alınmıştır.

 

Editöre Yazın