KARSLI İSMET ABİ
5 eylül 1989, salı, kasvetli bir sonbahar günü…O aralar İstanbul’da ve Ordu’da ikamet eden ablalar bir araya geldiklerinde, sohbetlerinin en genel konusu; “…Kış geliyor. Köy işleri de bitti… Anne babamızın köyde oturacak halleri de kalmadı. Bu sene, hele babamız daha da düşkünleşti, kim bakacak bunlara, kimde kalacaklar…Filanca oldum olası bakım işine yanaşmadı, falancanın yanında rahat etmeleri zor, şunlara onlar gitmek istemezler, sen kendine zor bakıyorsun… ben torun bakıyorum, bir de onlara nasıl bakabilirim…En doğrusu oğulları baksın… Veya oğul kız birer ay sırayla bakalım bari…” Mevsim konuşmaları bu minval üzere iken, o kasvetli günün gecesinde telefonlar çalmaya başlıyor. Saat 21.00/21.30 civarı. “-Hala/teyze/abla/dayı… Ordu’dan arıyorum; Başımız sağ olsun, İlyas dedemi kaybettik!...” “-Nee!... Nasıl… Nasıl olur!.. Ne zaman?... Nasıl olmuş?...”
***
Olan o ki, babam vefat etmiş. Evlatlar bu kış nasıl ve kimin bakacağını konuşadursun, babam kendi “Bakıcısına”(cc) kavuşmuş, hem de bundan sonraki bütün zamanlar için… Her faninin kaçınılmaz akıbeti babam için de tecelli etmiş… Son yıllarda, birkaç haftada bir kalbinde aşırı ritim bozukluğu (çarpıntı) oluşuyor, yarım saat kadar devam ediyor, oldukça bitkin bir hale getiriyor, sonra kendiliğinden düzeliyordu. O gece, -yatsı namazını henüz bitirdiği seccadesinde iken- kalp çarpıntısı yine başlıyor. Bu seferki biraz farklı gibi, yanında sadece annem var, en yakınımızdaki komşu Murat’a (Şenyurt) haber veriliyor. Murat bir araba temin edip, 12 km. mesafedeki Ordu Devlet Hastanesi’ne yetiştirmek isterken yolda ruhunu teslim ediyor. Ve telefonlar acı haber için çalmaya başlıyor.
***
Ben Ankara’dayım. İki hafta kadar önce, Ordu’ya anne babamın ziyaretlerine gidip hayırlı dualarını almak kısmet olmuştu. Babam, bir önceki sene arazileri biz evlatlarına devretmiş, üzerinden ağır bir yükün kalktığının huzurunu tatmıştı. Piyasaya olan borçlarının tamamı da üç yıl kadar önce kapatılmıştı. Sıkıntılı bir hali yoktu. Sağlık yönünden de iki üç yıldır arada bir nükseden kalp çarpıntılarından başka hemen hiçbir rahatsızlığı yoktu. Buna rağmen 78 yaşına geldiği bu günlerde, bir durgunluk, eskiye göre daha bir neşesizlik, bazen düşüncelere dalıp gitme… halleri gözleniyordu. On evlat büyütüp onlara yurt yuva kurmuşlar, birçok torun sahibi olmuşlardı ama şu an köyde annemle baş başa, -elden ayaktan düşmüş değillerse de- iki yaşlı olarak bakıma ve ilgiye muhtaç hale gelmişlerdi. Kış yaklaşıyordu, nerede, hangi çocuklarının yanında kalacaklardı. Alternatif çok gibiydi aslında, ama gidecekleri adresi tam belli bir yerleri yoktu. Durum; ‘kim talip olursa’ gibi… Şahsen üç ayda bir ziyaretlerini ihmal etmiyordum, maddi imkanlarımı da sunabiliyordum, ancak evimde bakabilme hususunda gerçekçi bir teklifte bulunup da, gönül rahatlığı ile; “gelin, bu kış benim yanımdasınız…” diyemiyordum. Bu durum hayatımın bir iç burkuntusu olarak -maalesef- öyleydi.
İki hafta önceki ziyaretimde, ayrılırken babamla yüz elli metre mesafedeki araba yoluna kadar yürümüş, kucaklaşmış, elini öpmüştüm. O da beni öpmüştü. Kesinlikle her ayrılışta olan şekliyle helalleşmemiz de olmuştur. Son görüşmemiz son ayrılmamız olduğunu bilemezdik ki, şayet bilseydik, helalleşmemiz de ayrılmamız da bir değişik olurdu. Veya ben ayrılmazdım, bırakıp Ankara’ya dönmezdim herhalde. Ben hareket ederken çimenlik, duvar gibi bir yere dayanmıştı. Hayalimde kalan son sahnesi o.
***
O yıllarda Ankara Demetevler Özelif Sitesi’nde oturuyordum. O günlerde evde yalnız kalıyordum, iki büyük oğlum yatılı okulda, küçük oğlumla annesi de anneannesine gitmişlerdi. Günün yoğun mesaisinden sonra, mahiyetini hatırlayamadığım bir meşguliyet içinde olmalıyım ki, eve saat 24,00 sularında gelebildim. Daha elbisemi bile çıkarmamıştım, 3-4 dakika geçmeden evin telefonu çaldı. Kaldırdım. Üzücü, mukadder haberi ben de aldım. Dünya, duvarlar, tavan… şöyle bir dönüverdi.
O yıllarda cep telefonu, seyyar iletişim gereçleri yoktu. Beni iki üç saattir sık sık arıyorlar ancak ulaşamıyorlarmış, eve gelince öğrenmiş oldum.
Oturdum, biraz ağladım, kendime gelmeye çalıştım, sonra toparlanıp ne yapacağımı ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Ehliyetim vardı, araba da kullanıyordum, ancak bu uzun günün yorgunluğu ile, bu saatte, bu üzüntü ve bitkinlikle 600 kilometrelik yolu nasıl giderdim… Cenaze işi, babamın cenazesi, mutlaka ulaşmam da lazım… Ya yolda uyku bastırırsa, ya ‘devam etmeliyim…’ derken bir kaza yaparsam…
İlk aklıma gelen eski ve candan dostum, hemşehrim…Ömer oldu. Aradım, durumu aktardım. Hiç tereddütsüz; “Ben de geliyorum, beraber gidelim, ben hazırlanıyorum…” dedi. Ömer Bey; muhabbeti hoş, bulunmaz bir yol arkadaşı idi ama ehliyeti varsa da uzun yol tecrübesi yoktu. Onunla birlikte olmak, hele böyle bir zamanda önemli bir teselli olacaktı fakat fiziki manada yollarda gecikip de menzile ulaşamama endişemi gideremiyordu. Ne yapsam, ayrıca bir çare bulmalıyım…Bu sefer de bir üst katta oturan, şirketimizdeki şoförlerin yedeği tamirhaneye destek elemanı olarak çalışan Karslı İsmet Abi aklıma geldi. Bir maniliği yoksa, kabul ederse… birlikte gidebilirdik. Çıktım kapılarını çaldım. Saat en az, bir birbuçuk olmuştu. Kapıyı açtı, durumu özetledim, “Tabii, hay hay, hemen giyiniyorum.” dedi Ömer’i de evinden alarak gece saat iki civarında Ordu’ya müteveccih yola çıktık.
Direksiyonda İsmet Abi, yanındaki koltukta Ömer, ben de arka koltuktayım. İsmet Abi ile Ömer Bey kısa zamanda kaynaştılar, ikisinin de tasavvufa yatkın meşrepleri, dini bilgi ve menkıbe birikimleri, maneviyata mütemayil coşkun kişilikleri… tatlı muhabbetlerini kısa zamanda koyulaştırdı. Ben arkada, yorgun bitkin üzgün… daha çok sevgili babamla ilgili hatıralarla meşgulüm, bazı hatırlamalarda burnumun direği sızlıyor, yer yer sessiz gözyaşlarıma hakim olamayan… bir haldeyim. Mesafeler kat ediliyor, ilerliyoruz. Onlar bana bir şey sormuyorlar ben onların muhabbetlerini bozmuyorum. Belki de beni uyuyor zannediyorlar… Fakat benim bir kulağım öndeki muhabbette. Karşılıklı güzel, enteresan şeyler anlatıyorlar…
Bir ara sözü İsmet Abi aldı; “Geçen hafta halam rahmetli oldu. Yaşlı, mübarek bir kadındı. Karşıyaka Mezarlığı’na defnettik…Cenaze merasiminin olduğu gecenin sabahında namaza kalktığımızda hanım bana döndü; “-Dün halanı defnederken, orada, ondan önce üç cenaze daha mı vardı?” diye sordu. Düşündüm; “-Evet üç cenaze vardı.” “-İkisi kadın, birisi erkek miydi?” “-Evet öyleydi.” “-Halanı mezara indirenlerin birisi de sen miydin?” “-Evet… Evet de, nerden bildin, neden soruyorsun?”
İsmet abi devamla; “Benim hanım çok saf, çok temiz kalpli, evden pek çıkmaz, dedikodu bilmez… ‘Şunu almadın bunu getirmedin’ diye beni hiç üzmez…’Allah’ın adamı’ derler ya öyle birisi. Bazen çok garip, çok berrak rüyalar görür, meğer o gece de halamın cenazesinin defni ile ilgili bir rüya görmüş. “-Hele ne gördün, anlat bakalım !..” dedim. “Ömer Bey, bak ne görmüş, bak ne anlattı;”
(Hanımının ağzından); “İlk önce o kadınlardan birisini mezarına indirilmek üzere tabutundan çıkardılar, kadın kendisinin öldüğünü o anda anladı, bastı feryat figanı…Mezara girmemek için ortalıkta tozu dumana kattı, yırtındı çırpındı…Tabii mezarına indirdiler, toprağını örttüler, iki sorgu meleği geldi;
“-Rabbin kim, nebin kim…” başladılar sormaya. Kadın cevap veremedi, “götürün bunu cehenneme…” dendi. Sonra ikinci kadını gömecekler, hemen hemen aynı sahne onda da oldu. Mezara girmemek için o da çok çırpındı. Gömdüler, melekler onu da sorguladılar, o da cevap veremedi, onu da cehenneme gönderdiler. Sonra erkek olanı, olaysız bir şekilde mezara koydular, ona da iki melek geldi, güzelce sorularını sordular, adam da güzelce cevaplarını verdi…”götürün cennete” dendi. Sıra halana geldi. Mezara koydunuz. Üzeri örtüldü, yine iki melek geldi, sorularını sormaya başlayacaklardı ki biri diğerine; “-Bence buna hiç soru sormayalım, bu nasıl olsa bilir… Çünkü bunu mezara indirenlerden birisi sakallı, nurlu, iyi bir insandı…” diye seni tarif etti. Nitekim hiç soru sormadan cennete gönderdiler…”
Ömer can kulağı ile dinliyor. Rüyanın dehşet ve garabetine öylesine kapılmışlar ki benim arkadan duyup, ilgiyle dinlediğimi fark etmiyorlar bile… Her insanın göremeyebileceği, ancak berrak saf bir kalbin görebileceği, ibretlik… bir rüya. Birçok yönüyle, dini rivayetlerle de örtüşen bir rüya… (Bak: Dipnot-1)
İsmet Abi, hanımının gördüğü ürpertici ve garip rüyayı anlatıp bitirince, o anda aklımdan kalbimden geçen şu oldu; “Şu anda cenazeye, hem de yeri doldurulmaz, hakkı ödenmez… babamın cenazesine gidiyoruz. Yarın cenaze merasimi ve defin işi olacak, keşke halasında olduğu gibi babacığımı da mezara indirenlerden birisi İsmet Abi olsa… Ama olmaz ki… Adet var usül var. Ramiz Ağabeyim, ben ve Şinasi kardeşim varken, yani üç oğlu orada iken, daha birçok damat torun akraba varken, cenazeyi mezara indirmek Karslı İsmet Abiye mi düşer… Mümkün değil…” Ben yine hiç konuşmuyorum, bu rüya ile ilgili de herhangi bir şey söylemiyorum.
Kazasız, sıkıntısız, vakit kaybı olmadan, günün erken saatinde Ordu’ya, köyümüze ulaştık.
***
Evlatlar akrabalar komşular birikmeye, kalabalık artmaya başlamış. Bu sefer çok sevdiğim babamın cansız yüzünü gözünü öpmek vardı kaderde… Öyle oldu.
Salalarda telefonlarda defin merasiminin öğle namazına müteakip olacağı bildirilmişti. Namaz öncesi cenaze caminin musalla taşına götürüldü. Günlerden çarşamba, yani Ordu’nun “haftalık pazarının” olduğu, birçok köylünün çarşıya gitmeyi alışkanlık haline getirdiği bir gündü. Buna rağmen oldukça kalabalık bir cemaat vardı. Diğer taraftan, hafif çisentili bir sonbahar havası mevcuttu. Öğlenin vakit namazı kılındı fakat cenaze namazına durulamadı. Çünkü İstanbul’dan beklenen Şinasi kardeşim henüz gelememişti. İletişim imkanı olmadığından nerede olduğu da öğrenilemiyordu. (Şinasi, dün sabah -yani babamın vefat ettiği gün- babamla vedalaşıp, otobüsle İstanbul’a hareket ediyor, İstanbul’da iner inmez haberi alıyor, tekrar otobüse binip geri Ordu’ya dönüyor.) Cemaatten özür dilendi, muvafakat alındı, cenaze defin işleminin ikindi namazından sonra yapılmasında karar verildi.
İkindi saati geldi, camide vakit namazı kılındı, beklenen Şinasi yine yok. Akşam yaklaşıyor, sabahtan veya öğleden beri bekleyenler var, uzak köylerden gelenler var, çisenti artıyor… “Ne yapalım, cenaze namazını kılalım, mevcut cemaatle defin işlemini yapalım…” dendi. Cenaze, namazı kılındıktan sonra iki yüz metre kadar mesafedeki aile kabristanına taşındı, kabrin yanına koyuldu. Mezar hazırlanmış, ‘dokuz tahta’ hazır, hoca yerini aldı. Ramiz Ağabeyimle ben mezarın içine indik. Üçüncü bir kişi gerekli, hoca kalabalığa doğru baktı, gözünü aralarda dolaştırdı, özellikle birini arıyor gibiydi… Ve en arkalarda Karslı İsmet abiyi -yani aradığını- gördü, insanların arasından ona ‘sen gel’ işareti yaptı. İsmet abi şaşırır gibi oldu, hocanın emr-i vakisine de bir şey diyemedi, gelip üçüncü kişi olarak mezara, yanımıza indi.
Üçümüz cenazeyi indirdik, tam tahtalar dizilmeye başlanmıştı ki, İstanbul’dan beklenen Şinasi geldi… Şinasi cenazeyi kabre indirmeye yetişemedi ise de -yerleştirilen tahtaların bir kısmı geri çıkartıldı, kabre indi, kefen aralandı, babamın yüzü açıldı, o da son kez- yüzünü öpme imkanını buldu. Sonra tahtalar tekrar kondu, toprak atıldı…
***
İşte böyle oldu. Ankara-Ordu yolunda İsmet Abi, hanımının gördüğü rüyayı Ömer Bey’e anlatırken, bir “keşke”yi içimden geçirmiştim. Ama, o düşündürücü rüyayı ‘görenin, anlatanın, dinleyenin samimiyet desteğiyle mi’ desem, ‘rahmetli babamın bir kısmeti, ya da bilemediğimiz bir duasının tecellisi mi’ desem, dilekler tam bir isabetle Kudreti Sonsuz Muhataba(cc) ulaşmış, ‘bir icabet saati hürmetine’ kabul buyurulmuş; Tevafuklar birbirini kovalamış, kardeşim yollarda oyalanmış, hocaya ‘Karslı İsmet’i ara ve çağır’ ilhamı verilmiş… Böylece; “…Ve bilin ki, elbette Allah kalbinizden geçeni bilmektedir.” (Bakara S. 235), “…Ve şüphesiz, senin Rabbin, sinelerin gizli tuttuklarını ve açığa vurduklarını kesin olarak bilmektedir.” (Neml S. 74) “Şüphesiz her şeyi hakkıyla bilen, her şeyi hikmetle yapan Sensin…” (Bakara S.32) hükm-ü ilahisi bir kere de bu vesileyle tecelli etmiş oldu…
***
Anlattıklarımın esası bir ‘manidar rüya’ ile bağlantılı… Ümit işte…, O’nun (cc) neye gücü yetmez; “Kul haklarına riayetkar, tövbekar, hayatını evinin çocuklarının rızkı için çalışıp didinerek geçirmiş… Son saatinde, Ölüm Meleği’yle buluşma olacağının ilk işaretini yatsı seccadesinde alan…” babam, o safiyetli gönlün gördüğü rüyadaki gibi; “Buna sual sorulmasına gerek yok, götürün cennete…” müjdesine neden muhatap olmasın…Her şeyi hikmetiyle halk eden, kalplerimizden geçeni dahi bilen Allah (cc) hepimizin geçmişlerine, rahmet ve rahimiyeti ile muamele buyurup cennetiyle mükâfatlandırsın, bizlere de -hadde hukuka riayetkar bir ömür yaşayıp- cennetinde buluşmayı nasip eylesin. (25.12.2018)
DİPNOT’LAR:
1) Dini rivayetler biraz farklı olsa da en yaygını; Ölüm anında cesetten ayrılan ruh, cenazenin kendisine ait olduğunu bilmeden insanların arasında dolaşır, konuşulanları duyar, yıkanışı, kabristana götürülüşü gözlemler,-“iyiler” acele gidilmesini ister- yakınlarının neden ağlaştığını merak eder ancak konuşup soramazmış. Ta ki kabre konulup üzeri örtülüp de, sorgulanmak üzere ruhu cesediyle tekrar birleştiğinde, ölenin kendisi olduğunu fark edermiş. Bazı cenaze defin merasimlerinde, toprak örtüldükten hemen sonra, hocalar cemaati biraz uzaklaştırıp ‘telkin’ verirler; “Kabirde o ilk gün sorulacak soruların cevabını hatırlatma mahiyetli” olan bu telkine denk gelen safhada, öldüğünü anlayan kişi kalkmak için hamle yapacak, ancak kafası üst örtülere değecek ve kalkamayacakmış.
(Karadeniz bölgesinde çok yaygın kullanılan; “Kafan dokuz tahtaya vurunca -yani iş işten geçince mi- akıllanacaksın !..” sözü buradan kaynaklanır.)
Sorgulama safhasıyla ilgili, kaynaklarda şu ayrıntılar da vardır; Hayatını şirk, zulüm, kul haklarına ve Mabud’un (cc) çizdiği hudutlara riayetsizlikle… geçirenler, sorgu meleklerinin hal ve tavırlarından korkuya kapılıp… bildikleri basit soruların da cevabını veremeyeceklermiş. Sonra çirkin yüzlü çirkin elbiseli pis kokulu bir kişi yanına gelecek, sorulduğunda; “Ben senin kötü amellerinim” diyecek ve birlikte, kıyamete kadar ‘sıkıntılı’ bir dönem geçireceklermiş. Buna karşılık, ömrünü iman dairesinde iyi işler yaparak… geçirenlerin sorgulanması ise gayet kolay geçecek, onlara melekler sorularını tatlı bir dille; “Rabbin Allah, değil mi?, Nebin Muhammed, değil mi?, Dinin İslam, değil mi?...” şeklinde soracak, meftaya da sadece “evet” demek kalacakmış. Sonunda yanına güzel yüzlü, hoş kokulu, güzel elbiseli bir kişi gelecek, sorulduğunda; “Ben senin salih amellerinim” diyecek ve seyrinden usanılmayan, vaktin nasıl geçtiği fark edilmeyen güzel manzaralı bir ortamda, Kıyamete kadar ona arkadaşlık edecekmiş. (İlk gün kişi kabre koyulup ta sualler başlarken, akşam namazı sonrası nafile ‘evvabin’e devam edenlerin yanına, sevecen ve güven veren… bir kişinin gelerek, meftaya sorgulanmasında yardım edeceği… rivayeti -zayıf da olsa- ayrıca vardır.)
2) Bu ‘yaşanmış’ hikayenin yazımını, 25.12.2018’de bitirince, bir suretini çok yıllar önce İstanbul’a taşınan Karslı muhterem İsmet Abiye de gönderip, hem “düzeltilmesi gerekli bir durum var mı?” diye sormak hem de bu vesileyle eski günleri yad etmek, halini sağlığını öğrenmek istedim. Bu maksatla, telefonunu almak üzere bir ortak dostumuzu aradım. Üzülerek öğrendim ki; İsmet Abi iki ay önce vefat etmiş. (Bir kere daha anlaşıldı ki; Hayırlı işler geciktirilmemeli imiş ve de dostları ‘unutmamakla’ yetinmeyip, zaman zaman hallerinin hatırlarının sorulmasını da ihmal etmemeli imiş. Hayatımdaki nice, “Tih!..Geç kalmışım !..” dediğim şeylere bir yenisi daha eklenmiş oldu.) İsmet Abinin vefatını öğrendikten sonra, o manidar rüyayı gören mübarek hanımını sordum; O da dört yıl önce rahmetli olmuş.(!!!)
İşte böyle… Artık başka ne diyebiliriz; “Allah rahmet eylesin, mekanları cennet olsun!..”
Hasan KUTLUTAŞ