SEMERKAND'LI GÜZEL 15.08.2019 22:03:14

Anasayfa/ Hikayeler

SEMERKAND’DAKİ GÜZEL - Mevlana                                                                                   

Semerkand’daydık, Harzemşahlar Semerkand’ı kuşatmıştı. Asker sevkemişler ve  savaşmaktaydılar.

Oturduğumuz mahallede bir kız vardı, pek güzeldi. Öylesine güzeldi ki o şehirde eşi benzeri yoktu.

Duyuyordum, her solukta diyordu ki; “Tanrım, nasıl reva görürsün de beni zalimlerin ellerine verirsin? Biliyorum ki bunu hiç reva görmezsin. Sana güvencim var.”

Şehri yağma ettiler, bütün halkı esir edip götürdüler. O kadının cariyeliklerini bile esir ederek götürdüler de ona hiçbir el erişemedi; o kadar güzel olduğu halde kimse ona bakmadı bile.

Bilmelisin ki kim, kendini Tanrı’ya teslim ederse zararlardan emin olur, sağ ve esen kalır. Zaten onun indinde hiç kimsenin dileği zayi olmaz. (Mevlana)

***

(Murat Sülün, Diyar-ı Mevlana isimli eserden alıntı)

Mevlana’dan iki tespit:

1- “Kim güzelliğini mezada çıkarırsa, ona yüzlerce kötü kaza yüz gösterir.”

2- “… Onda kötü bir iş yapmama cevheri varsa, sen mani olsan da olmasan da o güzel yaradılışına ve iyi huyuna uyacaktır. Sen merak etme; kafanı buna takma, aksi takdirde, o yine bildiği yola gidecektir.”

***

NOT: Mevláná bu sohbetinde, Haremşahlar’ın Semerkand’ı kuşattığı zaman, babası veya yakınlarıyla, Semerkand’da bulunduğunu açıkça bildirmekte ve bu olaya rivayet yoluyla değil “mahallenizde” diye, bizzat şahit olduğunu anlatmaktadır.

“Harzemşahlar Semerkand’ı M. 1207’de, bir rivayete göre de M. 1212’de zapt etmişlerdir. Mevlâná bu tarihte mezkur şehirdedir ve gördüğünü duyduğunu hatırlayacak bir yaştadır. Bu bakımdan H.604’te (M. 1207) doğduğu hakkındaki rivayet tamamıyla yanlıştır. Esasen kendisi, bir şiirinde Şems’le buluştuğu zaman 62 yaşında olduğunu söylüyor.

Şems, Konya’ya M. 1240’de gelmiştir. Buna nazaran Mevlaná M. 1184’de doğmuştur.

***

ARILARIN KORUDUĞU SAHABE

Mevlana Hazretleri’nin bu hatırası aklıma Milli Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un bir şiirine ilham kaynağı olan, sahabe efendilerimizden Asım ibni Sabit’in (r.a) yaşadığı gerçek bir ‘iman davası hikayesi’ni hatırlattı. Önce bu kahraman sahabinin olayını, sonra da Akif’in Çanakkale Harbi dolayısıyla yazdığı o muhteşem ‘Asım’ın Nesli’ şiirini sunayım:

 ***

Konuyla ilgili uzun araştırmalar yapan Asım Yapıcı, Asım’ın neslini şu şekilde özetliyor: “Asım’ın nesli derken iman, irfan, fazilet ve bilgi ile donanmış; karakterli, ahlaklı, kişilikli; vatanına, milletine ve dinine sahip çıkan, dahası bunları yüceltmek için tüm imkanları seferber eden bir gençlikten bahsediliyor.”

İstiklal Şairimiz Mehmet Akif, kendisini vatanına milletine adamış büyük bir şahsiyettir. Vatanını, dinini, milletini her şeyden üstün tuttuğunu gerek yaşantısında, gerekse eserlerinde görmek mümkün. Milletin geleceği olan gençlerin de bu şuurda yetişmesini istemiştir.

 “Safahat” kitabında, Mehmet Akif’in Asım’ın Nesli diye hayal ettiği neslin, sadece şiirinde geçen hayali bir kahraman olmadığından, bir sahabe olan Asım İbni Sabit’ten (r. a) de bahsediliyor. “Arıların koruduğu sahabe” olarak ünlenmiş sahabenin hayat hikayesi çok manidardır. Şöyle anlatılır:

Peygamberimiz (sav) kabilelerine İslam’ı öğretmek üzere öğretmen talebinde bulunan kişilerle beraber, aralarında Asım bin Sabit’in de bulunduğu 10 kişilik bir eğitici heyet gönderir. Ancak Reci denilen bir subaşında bu öğretmen sahabeler topluluğu Lihyanoğulları’nın saldırısına uğrarlar. Lihyanoğulları’nın amacı onları esir edip Kureyş’e satmaktır.

Bu nedenle onları sağ ele geçirmeye çalışıyorlardı. Fakat Asım, teslim olmamaya kararlıdır. O yiğitçe şöyle haykırıyordu: “Ben müşriklerin himayesini ömrüm boyunca kabul etmemek üzere yeminliyim. Vallahi bu kâfirlere asla teslim olmam. Allah’ım Resulullah’ı durumumuzdan haberdar et.’’ Bir taraftan da ok fırlatıyordu. “Ben ne diye çarpışmayayım. Gücüm kuvvetim yerinde, oklarım yanımda, yayımın kirişi kalın, enli temrünler sebebiyle kayıp gitmekte. Ölüm hak, dünya boş ve geçicidir. Takdir edilen elbette başa gelecektir. İnsanlar er geç Allah’a dönecektir.”

Bu kahraman sahabe birçok müşriki yere serdikten sonra, şehit olacağı esnada şu duayı yaptı: “Allah’ım Senin dinini korumaya çalıştım. Sen de cesedimi müşriklerden koru.” Müşrikler Hz. Asım’ın başını alıp Sülafa adındaki bir kadına satmak istiyorlardı. Sülafa Asım’ın kafatası ile şarap içmeye yemin etmişti.

O gün orada mevcut bulunan on sahabeden yedisi şehit oldu, üçü esir edildi. Müşriklere Âsım bin Sâbit’in başını kesmek istediler. Fakat Allah-ü Teâlâ, Hz. Asım bin Sâbit’in duasını kabul buyurdu ve mübarek cesedine müşrikler el süremediler.

Allahü teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit’in üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı. “Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden dağılır, biz de başını alırız” dediler.

Akşam olunca Allahü teâlâ hiç bulut yok iken bir yağmur gönderdi. Görülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit’in cesedini alıp götürdü. Cesedin nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit’in hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Bu olaydan sonra Âsım bin Sâbit anılırken, “Arıların koruduğu kimse” diye anılmaya başladı.

Hasan KUTLUTAŞ

***

Ve, Mehmet Akif ERSOY’dan

ASIM’IN NESLİ şiirinin bir bölümü

Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne haysızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde - gösterdiği vahşetle “bu bir Avrupa’lı”

Dedirir - yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvam-ı beşer,

Kaynıyor kum gibi, mahşer mi, hakikat mahşer

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında

Ostralya’yla beraber bakıyorsun Kanada!

Cehreler başka, lisanlar, deriler, rengarenk;

Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi yamyam, kime bilmem ne bela...

Hani, ta’una zuldür bu rezil istila!

Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyle, sefil,

Kustu Mehmetciğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına.

Maske yırtılmasa hala bize afetti o yüz...

Medeniyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,

Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

Öteden saikalar parçalıyor afakı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;

O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de o namerd eller,

Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız teyyare.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, haşa edecek kahrına ram?5

Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkam.

Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez suni beşer;

Bu göğüslerse, Hüda’nın ebedi serhaddi;

“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.

 

ASIM’İN NESLİ... DİYORDUM YA...NESİLMİŞ GERÇEK:

İŞTE ÇİĞNETMEDİ NAMUSUNU, ÇİGNETMİYECEK.

ŞÜHEDA GÖVDESİ, BİR BAKSANA DAĞLAR, TAŞLAR...

O, RÜKU OLMASA, DÜNYADA EĞİLMEZ BAŞLAR.

Editöre Yazın