MEVLANA’YA GÖRE ‘İNSANLIK’
Ey Allah kitabının nüshası olan insan sen! Ey şahlık cemâlinin aynası olan sen! Alemde senin dışında hiçbir şey yoktur. Her ne ararsan kendinde ara, çünkü her şey sensin! diyen Mevlana’ya göre, Allah’ın sevgilisi olan ‘insan’ görünüşte küçük bir âlemdir, ama gerçekte en büyük âlem odur. Yani -enfes bir benzetme ile; görünüşte dal meyvenin aslıdır, fakat hakikatte, dal meyve için var olmuştur.
Mevlana din ve mezhepleri insani olgunluğun araçları görmek suretiyle “insanın büyüklüğü” esasına tam ve reel bir mahiyet vermiştir. Ancak MevIâna insana aslını hatırlatmayı da ihmal etmez: “Onun söyleyen dili bir et parçası; gören gözü bir et lokması. Duyan kulağı iki parça kemikten, anlayan kalbi iki damla kandan ibaret. Sen pisliklerle dolu bir kurtcağızsın, fakat cihana bir velvele saldın! Meniden yaratıldın, benliği bırak.”
İnsanın ana maddesi olan kesif toprağın çevikleşmesi, sür’atle Arş’ı bile geçmesi ‘su’ sayesinde değil, o eşsiz, örneksiz Yaratıcının ihsanı sayesindedir. “Varlıklar içinde, Allah’ın bütün sıfatlarına mazhar olan yegâne varlık insandır. Allah Teâla insanı ‘kendi suretinde yarattığı’ içindir ki insan yücelikler vasıflarının usturlabıdır. İnsanda ne görürsen O’nun yansımasıdır; çünkü insanın sıfatları O’nun ayetlerinin mazharıdır.”
O halde; “eğri bakan kişinin gözü daima eğri ve aykırı görür” gerçeğini unutma da “halkı su gibi arı-duru bil; o suya akseden, yüce Allah’ın sıfatlarıdır... Onu can olarak gör; ağır cisim olarak görme; onu beyin olarak gör, kemik olarak görme. Ona mel’un İblis’in gözüyle bakma; onu toprağa mensup sayma. Güneşle yoldaş olana yarasa deme; kendisine secde edileni secde eder bilme. Bu da akislere benzer, ama akis değildir. Akis suretinde Allah’ın görünüşüdür bu. O bir güneş görmüş ve cansız-donuk bir hâlde kalmamıştır.
“Bütün şeriatler bütün dinler birdir, ama akıl kabiliyetsizliğinden bunu idrak edemiyor.” diyen Mevlâna, bu olguyu; ellerindeki tek dirhemle hepsi de “üzüm” istedikleri hâlde, birbirinin dilinden anlamadıkları için kavgaya tutuşan bilgiden yoksun Türk, Arap, Fars ve Rum temsiliyle anlatır ve şöyle der: Oysa sır sahibi, yüzlerce dil bilir, kadri yüce birisi orada olsaydı, onları uzlaştırırdı. Onlara derdi ki: ‘Ben bu bir dirhemle hepinizin isteğini yerine getiririm. Gönlünüzü gıllugışsız bana teslim edin. Bu bir dirheminiz, istediğiniz şeylerin hepsini yapar; dört muradı da yerine getirir, dört düşman da uzlaşır, birliğe ulaşır, bir olur. Sizin sözleriniz savaşa, nifaka sebep olur, fakat benim sözüm sizleri birleştirir. Siz susun dinleyin de hepinizin adına ben konuşayım...‘ Manevi dilleri bilen Süleyman gelmedikçe bu ikilik kalkmaz.
“Sayıda şüphe olabilir, ama Allah’ta şüphe yoktur. İki diyenler, üç diyenler, hatta daha fazla diyenler, O’nun bir olduğunda mutlaka ittifak ederler. Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki, üç diyenler bir derler.” Zaten, küfür; Yaradan’a nispetle bir hikmettir. Küfür de o ululuk sahibine aşıktır iman da. Bütün tasvirler ırmak suyundaki akislerdir. Gözünü ovdun mu görürsün ki hepsi de O. Şu halde, -havâssa göre- herkesin taptığı Hak’tır.”
“O halde, “Ey kavgacı kuşlar!.. Aranızdaki ihtilafı bırakın da ruhunuzu her yandan şad edin. Nerede olursanız olun, yüzünüzü o tarafa dönün. O Süleyman sizi kendisine teveccühten men etmedi ki!.. İlahi aşk sebebiyle her şeye sevgi ve hoşgörüyle bakan sufilere göre, yaratılanı sevmek bir köprü olup, hak yolcusu bu köprüden geçmeden ilahi aşka ulaşamaz.”
“Biz insanları ayırmaya değil, birleştirmeye geldik.” “Bizim Mesnevimiz birlik dükkânıdır; orada Bir’den başka ne görürsen puttur” mısralarının yazarı Mevlâna der ki:
“Yüz kitap olsa, hepsi tek bir baptan ibaret... Yüz binlerce yemek çeşidi var, fakat hepsi de yemek. Birini yiyip doydun mu önünde elli tane daha yemek olsa hepsinden el çekersin. Fakat açken şaşılığın tutar da bir yemeği yüz bin yemek görürsün.”
“Akı karası, Türk’ü Hintli’si hepsi de mezarlarında aynı renkte; bâki olan renk Allah rengi. Diğer renkler çan gibi eğreti ve sonradan eklenmiş.”
“Bütün bu keyfiyetler köpük gibi denizin üstünde oynayıp durmakta. Fakat denizin zatında da işinde de zat birdir, bir ortağı, bir benzeri yok. Bütün varlıklar varlık libaslarını O’nun varlığından giymekte.”
Böyle bir inanç, tahakkuku hâlinde, insanı ‘her şeyi‘ hoş görür bir hale getiren, insanı yokluk âlemine çeken, hayallere daldıran bir inanç olmaktan ziyade, ameli bir varlık birliği inancıdır. Hudutsuz bir hoşgörüyle insanlığı hakim kılan, dünyayı ahiret hâline getiren, tek amacı iyilik ve hayır olan bir birliktir”.
“Kötülüğü en iyi tarz ile def et” ve “Mahlûktan şikâyet Hâlıkttan şikâyettir” öğütlerini ilke edinen Mevlâna, insanların kusurlarına mazeret aramakta, kötülüklerinde bile bir iyilik meyli sezmektedir. Kötülerde bile asli iyiliği aradığı için, onları ıslah edebilmektedir. Onun felsefesi şudur: “iyilik aradı mı insanda kötülük kalmaz; ama eğri bakan kişinin gözü daima eğri ve aykırı görür.”
“Mümin ona derler ki her hususta kâfir bile onun imanına özensin” diyen Mevlana: “İslamla şereflenecek gayr-i müslimlere bazı Müslümanların engel olduğunu” belirtmeden edemez.
“Kimsenin can, mal, ırz/namus... güvenliğini ihlal etmeyen (müslim ve mümin) Hristiyanlara ve Yahudilere saygıda kusur etmeyen hatta sarhoşları ve fahişeleri bile kınamayan Mevlana, eleştirinin de hak olduğunu bildiğinden, kötülükleri ve kötüleri tenkit etmekten hiçbir zaman çekinmemiş; hiçbir zaman vahdet aleminin cazibesine kapılıp gerçek hayata gözlerini yummamıştır. Devrindeki sosyal nizamın aksayan yanlarını, toplumun anormal zevklerini, beğenmediği her şeyi haklı olarak tenkit etmiştir. Çünkü ona göre hak haktır; batıl da batıl.
Mevlana’nın en çok eleştirdikleri de halkın bilgisizlik ve aczini istismar edenlerdir ki istismar denince, akla özellikle ermemiş şeyhler ve fonksiyonlarını icra etmekten uzak tekkeler, halkın sırtına binip halka yük olan devlet adamları, bürokrat ve hukukçular gelmektedir. Rüşveti şiddetle kınayan Mevlana bu haksız kazancın eninde sonunda onu elde edenlerden çıkacağını güzel bir ‘fil temsiliyle’ anlatır.
“İnsan suçunu başkalarına yüklememeli. Filan kan döksün, cezasını feşman çeksin; Ali şarap içsin, Veli dayak yesin, olur mu bu?” diyen Mevlana, ferdi sorumluluk esasını benimser ve şöyle der: “Hırsızlara ve uğursuzlara acımak zayıfları kırıp geçirmek demektir. Sıkıntıya düşsen de bunları cezalandırmaktan vazgeçme; o sıkıntıya pek aldırış etme, umumi sıkıntı ve eziyetleri gör de şerri defetmek için, ısırılan parmağı kes at; aksi takdirde bütün bedeninin helâk olacağını hesaba kat.Çünkü insanın işlediği zulüm eninde sonunda kendi başına patlar. Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur. Bütün âlimler böyle dediler: Daha fazla zalim olanın kuyusu daha korkunçtur. Şeriat: ‘Daha kötüye daha kötü ceza verilir’ buyurmuştur.”
Bununla birlikte, Mevlâna suçluların kader mahkumu olduklarına işaretle, hiç kimsenin hor görülmemesini, aşağılanmamasını ister. Kötülere, fesatçılara, isyankârlara, taşyüreklilere, itikatsızlara dua eden bir vaizi örnek gösterir ve bu duasının sebebini şöyle açıklar: “Ben ne vakit dünyaya yöneldimse, onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim. Bu yüzden de iyilik tarafına kaçardım. Beni o kurtlar yola getirirlerdi. Benim iyiliğime sebep oldular. Ey aklı başında adam! Bu yüzden onlara dua etmek boynumun borcudur benim!”
Mevlâna, ‘farklı dinler’ olgusunu ilahi imtihan sırrına bağlar: “Kıyamete kadar şu yetmiş iki fırka kalmalı ki bid’at yolunu tutanın dedikodusu eksilmesin. Değerli hazinelerin pek çok kilidi olur. Maksadın yüceliği de yolun sıkıntısından, yolda aşılmaz geçitler ve yol kesiciler bulunmasından belli olur. İyi olan her gidişin, her yolun bir tehlikesi, bir engeli, bir haydutu vardır. (Yanlış akideler dağ geçidine, uçuruma ve hayduda benzer.) Mukallit de iki yolun arasında şaşırır, kalır. Her fırka kendi yolundan memnundur. Cevap veremeyecekleri sorular karşısında her fırka, ‘Biz bilmeyiz, ama ulularımız buna cevap verebilir’ der. Tartışmayı ancak aşk keser. İnsanı vesveselerden kurtaran aşktır.”
“Nice Yahudi vardır ki sonu övgüye layıktır. Hiçbir kâfiri hor görmeyin. Müslüman olarak ölebilir, olur ya! Ömrünün sonundan ne haberin var ki ondan tamamıyla yüz çeviriyorsun?” diyen Mevlana; ‘Süleyman’ sembolüyle anlattığı kâmil veliden aydınlanan kamil müminlerin (kuşların) ‘öteki’ne nasıl bakması gerektiğini de şöyle ifade eder:
“Süleyman’dan aydınlanan kuşlar nasıl olur da suçsuz, sebepsiz bir kuşun kanadını yolarlar? Kanadını yolmak şöyle dursun, onlar acizlere yem verirler. 0 kuşlarda aykırılık ve kin yoktur. Hoş kuştur onlar hoş!.. Süleyman’a uymayan kuş karanlığa aşıktır, yarasaya benzer. Ey kötü yarasa! Süleyman’a alış da ebediyen zulmette kalma!”
“Ey kerem sahibi! Sen iyilerden başkasını kabul etmezsen, kötü kişi kime yalvarıp yakarsın?” diye Rabbine nazlanan Mevlana, günahkâr da olsa kâfir de olsa insana rahmet dolu bir nazarla bakmıştır: “Beri gel beri, daha da beri... Şu yolculuk, ne zamana kadar sürecek? Mademki sen, bensin: ben de senim, peki senlik benlik neden? Hak nuruyuz; Hakkın sırçası, kendi kendimizle bunca savaşımız, bunca inatlaşmamız da ne? Aydınlık, aydınlıktan ne diye böyle kaçar durur? Hepimiz de bir tek olgun kişiyiz; fakat neden böylesine şaşıyız ki? Zengin neden yoksulları hor görür ki? Sağ el, ne diye kendi solunu hor görür? Her ikisi de mademki senin elin; uğurlu ne demek, uğursuz ne demek? Hadi, şu benlikten geç, herkesle karış kaynaş. Kendinde kaldıkça bir habbesin, ancak bir zerresin; fakat herkesle birleştin kaynaştın mı ummansın, madensin. Sayıca yüz binlerce de olsa, canı da bir bil, bedeni de. Hani bademler gibi, hepsinde de aynı yağ var. Dünyada nice diller var, fakat hepsi de anlam bakımından bir; kapları kırıp döktün mü su, bir olup gider. Tevhide erer de gönülden sözü sürer çıkarırsan, can her görüş sahibine haber gönderir, meramını anlatır.”
NOT: Bu makale, Murat Sülün’ün ‘Abideleri Ve Günümüze Mesajlarıyla Diyar-ı Mevlana -2007’ isimli eserinden alınmıştır.