OSMANLI’NIN SON ASRINDAKİ
‘EŞKIYA’LIĞIN EKONOMİK VE SOSYAL SEBEPLERİ
KİME “EŞKIYA” DENİR: . ‘Eşkıya’ kelimesi; Arapça asıllıdır ve ‘şeka’ kökünden gelir. ‘Şeka’ mastar, ‘şaki’ ise onun öznesi, yani ‘şeka (rezillik, alçaklık) yapan’dır. ‘Eşkıya’ kelimesi, ‘şaki’nın çoğulu olup; “şakiliği iş, meslek edinmiş kişi” demektir. ‘Eşkıya’nın açılımlı ve en yaygın anlamı ise; “dağda, kırda yol kesip gaspçılık yapan, hırsızlık yapan, azgın, kötülüğü huy edinmiş, toplum düzenine başkaldırmış, kanun tanımayan, başına buyruk... kişi” demektir. Dilimizde çok kullanılan; “kötülükler, kanun nizam tanımamazlıklar...” anlamındaki ‘şekavet’ kelimesi de ayni familyadandır.
Hukuki bakışla; “kendine ait olmayan bir malı zorla gasp eden, suikast yapan (yani yetkisizce adam öldüren), asayiş ve kanun nizam tanımayan, çiftlik, ev, işyeri gibi mahalleri basıp yağmalayan, yakan yıkan, tenha yerlerde yol kesip soygun yapan, silahla dolaşan, hapishane veya kanun kaçağı olan... tek başına veya çete halinde kamu düzenini tehdit eden, yasal sisteme başkaldırmış... kimseler” ‘eşkıya’ olarak vasıflandırılır.
Bir de akademik çevrelerin kullandığı “Sosyal Eşkıyalık” terimi vardır ki; “devletin ahalileye uyguladığı bariz zulüm ve haksızlıklara karşı, onların adına dağa çıkan, halkın destek verdiği ve ‘kahraman’ gibi gördüğü... eşkıya taifesi” demektir. ‘Gerçek halk kahramanı’ olarak görülen ve düşman işgali karşısında halkın içinden kendiliğinden çıkan “direnişçiler” de, bu kategoriden sayılabilirler. Ege Bölgesi’nde ortaya çıkan, -veya daha önce eşkıyalık yaparken- daha sonra Kuva-yı Milliye’nin emrine giren Kurtuluş Harbi ve öncesindeki bazı “Efe’ler” (Zeybek’ler) bu son tarife uyan en isabetli misaldirler. Zalim Bolu Beyi’ne karşı hak-adalet mücadelesi yapan Köroğlu da bu kategoriye girebilir.
OSMANLI’DA SON ASIRDA GÖRÜLEN EŞKIYALIĞIN SEBEPLERİ:
‘Eşkıyalık’ insanlık tarihi kadar eski olup, günümüze kadar gelen ve müsait ortam buldukça nükseden, önemli ‘toplumsal hastalıklardan’ birisidir. Anadolu’da 1240 yılında, Anadolu Selçukluları döneminde baş gösteren ‘Baba İshak İsyanı’ndan bu yana nice toplu veya münferit isyan, ayaklanma ya da eşkıyalık olaylarına rastlanırsa da, Osmanlı’nın son 60 yılının en önemli ve çok yaygınlaşmış toplumsal gerçeklerinden birisi; ‘eşkıyalık’ olayıdır. 1860-1865 sonrasından devletin yıkılışına kadar, hemen bütün Anadolu kırsalında eşkıyalar kol gezmiştir.
Osmanlı’daki bu toplumsal yaranın özel sebeplerine geçmeden önce, tarih boyu eşkıyalığın ortaya çıkmasına zemin hazırlayan genel etkenleri özetlersek;
- a) Ekonomik düzenin bozulması, işsizliğin, yoksulluğun artması, haksızlıkların önlenememesi, zenginlerin ve güçlülerin fakirleri ezmesi,
- b) Merkezi devlet otoritesinin zaafa uğraması, kanunların uygulanamaması, devlet zulmünün artması,
- c) Savaş hali veya savaş sonrasında, bozulan sosyal dengelerin tedavisinde gecikilmesi, kargaşalar, aile ve toplumsal çözülmelerin baş göstermesi,
d)Asker ve hapishane kaçaklarının artması...
Bu ana kriterlerin ışığında, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış öncesi son üç çeyreklik eşkıyalığın arttığı zaman dilimini inceleyecek olursak;
- a) Osmanlı Ekonomisinin Durumu Ve “Düyun-u Umumiye”:
Osmanlı Devleti, Tanzimat açılımlarına paralel olarak 1838’de Avrupa devletleriyle bir ‘Ticaret Anlaşması’ yaptı. Bu, gelişen Avrupa ekonomisine özenerek ve ekonomiyi geliştirmek niyetiyle yapılmış ilk dışa açılma hamlesiydi. Ancak uygulama, Osmanlı’nın daha da zararına, gelişmiş Avrupa’nın yararına tecelli etti; Osmanlı’daki geleneksel el sanatları ve lonca sistemi ağır darbe aldığı gibi, zaten çok zayıf olan mevcut yerli sanayi de çöktü, piyasa ithal mallarla doldu. Ekonomiye bağlı olarak siyasal çöküş hızlandı, askeri güç daha da zayıfladı. Savaş maliyetleri arttı, 1854 Kırım Harbi’nden itibaren devlet devamlı tavizler vererek borçlanma mecburiyetinde kaldı.
1875’e gelindiğinde ise, -önce ‘borcu borçla kapatma, sonra da borcun faizini bile ödeyememe, verdiği sözleri yerine getirememe... durumuna düşen- Osmanlı Devleti, iflasını resmen ilan etti. Alacaklı yedi zengin devlet, bu problemi “konkordato metoduyla” çözmeyi tercih ettiler ve 1881’de faaliyete geçecek şekilde, Osmanlı’nın borçlarını tasfiye etmek üzere, ülkenin belli başlı (devletçe alınan vergilerine, liman ve demiryolu işletmelerine el koymak... gibi) gelirlerini toplamak, bir plan dahilinde alacaklılara ödemek üzere; ‘Düyun-u Umumiye’ (genel borçlar) şirketini kurdular. Bu Düyun-u Umumiye uygulaması, Osmanlı İmparatorluğu’nu “yarı sömürge” durumuna düşürdü, yerli sanayii tamamen baltaladı, ithal ve lüks tüketimi daha da arttırdı, üstelik -kaynak üretmek üzere- Avrupa’ya sattıkları ‘Devlet Tahvilleri’ yüzünden, borçları bitirecekken daha da yükselttiler, halkın yoksulluğunu arttırdılar. Sonuçta; üretmeden tüketen, ödeme gücünün üstünde borçlanarak ekonomik bağımsızlığını kaybeden, girdiği savaşların çoğunda yenilen, siyasi itibarı kalmayan, ülke toprakları üzerinde merkezi otoritesi iyice zayıflayan, çöküşü hızlanan Osmanlı, arkada yoksul ve perişan bir halk bırakarak yıkılıp dağıldı.
Düyun-ı Umumiye İşletmesi, anlaşmalar gereği, 1881-1939 arası tam 58 yıl faaliyet gösterdi. Şu kadar ki; 1924 Lozan Anlaşması’nda, vergilerin kontrolü Düyun-u Umumiye’den alınıp, -borçları ödeme taahhüdü veren- devlete geçti. Son borç taksiti 1954’de bitirilebildi, yani, borçlanma - ödeme süreci tam yüz sene sürdü.
- b) Nüfus Artışı ve Tarımın Durumu: Osmanlı toplumunda ekonomi, genel olarak tarıma dayalıydı. Nitekim, bu son dönemde de nüfusun %80’i köylerde yaşıyor ve tarımla iştigal ediyordu. Yine bu son dönemde, savaşlar genellikle yenilgiler ve toprak kayyıplarıyla sonuçlandığından, tarım alanlarında daralma yaşanıyordu. Diğer taraftan, kaybedilen topraklardan (Kırım, Kafkaslar, Rumeli, Adalar, hatta Mısır ve Cezayir’den) Müslüman ve Türk unsurların Anadolu’ya gelmesiyle, önemli nüfus artışları oldu. Tıbbi alandaki kısmi gelişmelerin ortalama ömrü uzatması, 1877-1878 Osmanlı-Rus (93) Harbi’nden sonra uzunca bir süre harbe girilmemiş olması... da nüfus artışının etkenlerindendir.
Nüfustaki artış devam ederken, tarımda verimliliği artırıcı hemen hiçbir hamle yapılamamıştır. Aslında ülkede yeterli ve verimli tarım arazileri varsa da, fenni ve teknolojik tarıma geçilememesi, genç insan gücünün silah altında olması, devlet teşviğinin yokluğu, sermayesizlik, bilinçsizlik, toprak ve tohum ıslahı adına bile gelişme kaydedilememesi... nedenleriyle ‘tarım fazlası ürün elde etmek’ bir yana, hane halkı bile zor besleniyordu. Şehirlere göçü gerektirecek sanayi gelişmesi de yaşanmadığından, sıkıntıya düşen nüfus fazlası ya tekke ve medreselere ya ‘boğaz tokluğuna’ zengin toprak sahiplerine sığınıyor ya da yerel yönetimlere ‘başıbozuk nefer’ olarak kaydoluyordu. Son alternatif de çeteler oluşturup dağa çıkmaktı.
1838 Tanzimat’ın ümit uyandıran ‘tapulu sisteme geçiş’ kanunları, 1858’de asırların Tımarlı Sistem’inden vazgeçilip devlet malı statüsündeki miri arazilerin çiftçilere devri... gibi gelişmeler, çiftçi köylülerden çok zenginlerin yararına sonuçlandı. 1913’teki bir araştırmaya göre; işlenen arazilerin %65’i, %5’lik bir zümrenin kontrolüne girmişti.
Sonuçta; nüfustaki ve tarımdaki bu gidişat, halkı gitgide daha da yoksullaştırınca, Rumeli taraflarında ‘köylü ayaklanmalarına’, Anadolu’da ise ‘eşkıyalığa’ sebep teşkil etti.
c)Vergi Adaletsizliği ve Baskılar: Son dönem Osmanlı devlet bütçesinin %70’ini, halkın %80’ini oluşturan, ancak toprakla iştigal ettiği halde hane nüfusunu bile doyuramayan köylüler karşılıyordu. Aşar (tarım ürünlerinden devletçe alınan %10’luk pay) en yaygın vergi idi. 1840 sonrası vergi toplama işi, açık artırma ile ‘Mültezim’lere tevdi edildi. Jandarma gücü ile vergi memurları desteklendi. Vergisini veremeyenlere; hapis, dayak, baskı uygulanıyor, hatta karasapanı, öküzü, yatağı, kap kacağı... müsadere edilip yok fiyatına satılıyordu.
Bu, zulme varan vergi uygulamaları, köylü halkı daha da yoksullaştırıp, çaresiz arayışlara sevk etti.
d)Osmanlı’da Askerlik Durumu: İyice bozulan Yeniçeri Ocağı 1826’da kaldırılınca yerine Nizamiye Ordusu kuruldu. Ne var ki bu orduya asker toplama işi, yıkılışa kadar bir türlü düzen ve istikrara kavuşturulamadı.
1847’de çıkartılan kanunla, mecburi askerlik süresi 5 yıl olarak belirlendi. 1856 Islahat Fermanı’yla; Müslüman olmayan tebaa bedel karşılığı askerlikten muaf tutulurken Müslümanların mecburi askerlik süresi 7 yıla çıkartıldı. Ardarda gelen ve çok sayıda insan kayıplarıyla sonuçlanan (1826-1920 arası 22) savaş ve (aynı dönemde 42) adet isyanlar sebebiyle devletin devamlı askere ihtiyacı oldu. Öyle ki, devlet kendi koyduğu kanunları uygulamayarak, bazen 15 yılı bile aşan, kanuni sürenin 2-3 katı askerlik yaptırır oldu. Askerliğini bitirip dönenlerin, her an tekrar askere çağırılma uygulaması da vardı.
Bu istikrarsız ve usandırıcı uygulamalar halkı askerlikten soğuttu. Asker toplamaya gelindiğini gören gençler dağlara kaçıp saklanır olmuştu. Askere alınanların bir kısmı da fırsatını bulunca firar ediyordu.
Askere alınmada; kadı, zaptiye, muhtar, imam da tespit ve sevkiyatta görevli kılınmıştı. Bu durum rüşvetin ve kayırmacılığın artmasına sebep oldu.
Bütün bu olumsuzluklara, çok önemli bir zaaf olarak bir de; asker ocağındaki “açlıklar, açıklıklar, yokluklar, techizatsızlıklar, hastalıklar...” ekleniyordu. Bu hazin duruma ışık tutan üç yabancı seyyahın gözlemleri şöyledir:
* Fransız gözlemci V. Berard’ın 1909 yılında yayınlanan bir yazısından; “Yerinden yurdundan koparılıp Avrupa’da Arabistan’da veya Afrika’da kışlalara yerleştirilen bu yoksul insanlar, parasız, pulsuz, elbisesiz, postalsız ve aç bırakılmaktadır. Hummanın, sıtmanın, frenginin bitirip tükettiği aç, üstü başı lime lime zavallı askerler.”
*1891’de Doğu Anadolu’dan geçen Fransız seyyah Chole’un notları; “... Karın örtmediği dar bir patika boyunca sol elinde bir kılıç, sağında bir değnek, çoğunun sırtında bir tencere, elbise demeye insanın dili varmayan pılı pırtı veya korkunç derecede eskimiş askeri üniformalar içinde, binbir güçlükle dağ yoluna tırmanan zavallı insanlara rastlanır. Bu insanlar Osmanlı askeridir.”
*19. yüzyıl sonlarında Ege Bölgesi’ni gezen Elisa Reckis’in notları;
“... Padişah, imparatorluk halkları arasındaki muvazeneyi kendi ırkı aleyhine değiştirmek istiyormuşçasına askerlik yükünü Türklere yüklemektedir... Askerlik, gençleri Batı Avrupa’da olduğu gibi birkaç ay veya sene değil daha uzun zaman için, hatta ekseriya bütün hayat süresince ailelerinden ayırmaktadır. Askere çağırılan gençler, zeybek bile olsalar, bu çağrıyı eskisi gibi ziyafet ve eğlencelerle kutlamıyorlar... (Asker taşıyan) Tren hıçkırıklar ve gözyaşları arasında hareket ettiği zaman, bu mahzun insanlar ellerindeki çiçek ve zeytin dallarını uzatmaya çalıştıkları sevgililerinin gittikçe silikleşen yüzlerini son bir kere daha görebilmek için trenle birlikte ümitsizce koşar dururlar...”
1910-1915’lerde yapılan bir araştırmada, “evlenme çağına gelmiş nüfusun ancak %10’unun hayatta kaldığının” tespit edilebildiği o dönemlerde, bir Türk anasının, başına gelenlere, on çocuğundan kiminin asker kiminin eşkıya olduğuna, sonuçta hepsini de kaybettiğine, hüzün ve derin acılarına... dair yaktığı ağıt da şöyledir;
Oğul uşak yetiştirdim on tane
Aldı hepsin bırakmadı bir tane
İkisini verdim Yemen Çölüne
Üç tanesi kılınç taktı beline
Üçü düştü zaptiyenin eline
İkisini aldı, bilmem neyledi
Zaman bize bunu böyle eyledi
Ağlamaz da bu gözlerim güler mi?
Acep bize bir gün bir el erer mi?
(Bu notlar; Ege’de Eşkıyalar, Sabri Yetkin, T. İş B. Yayınları 1996’dan alındı.)
***
Harpler devam ederken çoğalan ‘firari askerler’e harplerin arkasından normal terhis edilenler de eklenince sefalet daha belirginleşir, sığınacak yer bulmakta zorlanan bu insanların bazısı ‘eşkıyalığa’ tevessül ederdi.
***
Bu özet bilgilerin dışında da nice hazin olaylara sahne olmuş bu konuyu -espri değeri yönüyle isterseniz fıkra, isterseniz tarihi bir anekdot diye okuyabileceğiniz- o dönemlerin önemli toplumsal bir yarasına açıklık getirmeye katkı sağlayacak bir sahne ile bağlayayım. Çocukluğumda anlatılırdı:
“PADİŞAHA SELAMIMI SÖYLEYİN”
Osmanlı’nın son yıllarıdır. Savaşlar birbirine eklenmekte, devamlı toprak ve insan kayıpları yaşanmaktadır. İşte o yıllarda köylünün birinin beş oğlu olmuş. Evlatlar 18-20 yaşlarına ulaştıkça, -görevleri gereği muhtar ve imamın ilgili şubeye rapor etmelerini müteakip- kısa zamanda jandarmalar gelir, yaşı tutanı; “şu savaş var bu savaş var...” diye hemen askere götürürlermiş. İlk dördünde ayni sahneler tekerrür etmiş. Ve maalesef, her gidenin arkasından da fazla zaman geçmeden ‘Şehadet İlamı’ gelirmiş.
Beşinci oğul da askerlik yaşına ulaşınca, köylü, bir sabah yine jandarmayı kapısında görür. Tahmin etmiştir, ama yine de sorar:
“Buyurun, bir durum mu var?” Jandarma;
“Senin Osman’ı askere celp etmek için gelmiştik.” Köylü;
“Sizi kim gönderdi?” Jandarma:;
“Biz, Pay-i Taht İstanbul’daki Padişahımız Hazretleri’ni temsilen buradayız!”
Köylü burnundan solumaktadır, canına tak etmiştir, “ne olacaksa olsun, artık diklenme ve son oğlunu teslim etmeme” niyetindedir. Jandarmaya;
“Siz gidin, o İstanbul’daki Padişaha benim ‘selamımı’ söyleyin, ‘oğlunu vermedi’ deyin. Bir de deyin ki; ‘Benim belime (sulbüme) güvenip de ona buna savaş ilan edip durmasın!’ ”
***
e)Son Dönemde Osmanlı İdari Yapısı: İmparatorluk, 18. Yüzyıldan itibaren çok niyet etse de, modern merkezi idari yapıya geçmekte başarılı olamamıştır. Mali ve hukuki alanlarda olduğu gibi idarede de çok aciz durumlara düşmüştür.
1830, 1842, 1858, 1861, 1876 yıllarında çeşitli idari düzenlemeler yapıldı. Eyaletten vilayet sistemine geçildi, Sancak’lara Kaymakamlar tayin edildi, ayrıca kaza, nahiye ve köy yapılanmalarına gidildi. Vilayet ve kazalarda halk meclisleri oluşturuldu. Nahiye Müdürler’ini ve Köy Muhtarları’nı, yerel halk seçimle işbaşına getiriyordu. Ancak memurların liyakatsizliği, rüşvet veya iltimasla tayin edilmeleri, yolsuzlukların yaygınlığı, zaten dengesiz ve yetersiz olan maaşların zamanında ödenememesi... arzulanan iyileşmelere imkan tanımıyordu. Devlet teoride; adil, tebaayı koruyan, suçluyu cezalandıran... dı, fakat fiiliyatta hiç de öyle değildi.
***
1826’da -Yeniçeri sonrası- Nizamiye Orduları’nın kuruluşundan itibaren, ‘Kurtuluş Savaşı’ hariç, Osmanlı tam 22 (Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Yunanistan, Girit, Bulgaristan, Sırbistan ve diğer Balkan ülkeleri, Mısır, Trablusgarp, Cezayir, Arap ülkeleri ile) savaş ve 42 isyan (Yunan, Girit, Karadağ, Sırbistan, Romanya, Makedonya, Arnavutluk, Bosna-Hersek, Bulgar, Ermeni, Yemen, Mısır, Cidde, Hicaz, Suriye, Lüban’da) olayı ile karşılaşmıştır.
1920’lere gelindiğinde ‘yıkılışı mukadder hale gelmiş Osmanlı’nın genel durumu maalesef, yukarıda özetlenen durumda idi.
Bu yazıyı yazarken, bir taraftan da kendi kendime devamlı şöyle düşündüm; “makale mi yazıyorum aşırı eleştiri mi yapıyorum, haksızca abartıyor muyum, gerçek durum bu kadar mı vahimdi...?”
Gerçek durumun bir kısmına şahit olmuş, anne babası ve birçok yakını Osmanlı döneminde doğmuş, onlardan çok şey dinlemiş, Mısır’da İngilizler’e esir düşmüş haladan enişte görüp onu dinlemiş ve vücudundaki şarapnel oyuklarını görmüş, üç öz amcası Çanakkale ve Kurtuluş savaşına götürülüp dönmemiş, dedesi ve ninesi “gidip de gelmeyen evlatların” üzüntüsünden verem olup 35 gün arayla vefat etmiş, babası; 1911 doğumlu bir ‘çocuk’ olduğu için hayatta kalabilmiş, diğer bir (annaden) dedesi Yemen Çölleri’nde meçhule terkedilmiş olup annesi; daha anne karnında iken babasız bırakılmış, iki yaşındayken de annesiz kalınca -nice son asır Osmanlı çocukları gibi- öksüz ve yetim büyümenin travmatik hüznüyle ömür boyu -neşeyle- hiç gülememiş, astarsız -araba lastiği eritilerek yapıldığı söylenen- ‘karalastik ayakkabı’nın ilk çıkışına ve ondan önce çarık giyilişine şahit olmuş, 1956-58’lerde bile ‘Yerli Malı Haftası’nda, okula mırık elma, çürük ceviz, fındık... götürmüş, 52 dönüm arazinin 12 baş nüfusun ihtiyacını karşılayamadığını yaşamış, köylerde veterinerle, ziraat uzmanlarıyla hiç karşılaşmamış, birkaç eşkıyayı şahsen görmüş ve birçoğunun da hikayeleriyle büyümüş, büyüklerinden bol bol inanılması zor yokluk kıtlık ‘seferberlik’ hatıraları dinlemiş, gurbetçiliğin ve Almancılığın ne zaman ve hangi şartlarda başladığını iyi hatırlayan, devlet adamlarının uçaklarına ‘iş adamları’nın, ancak Cumhuriyetin 60. yıllarından sonra binebildiğini bilen, Osmanlı’dan tevarüs bürokratik hastalıkları da, bir dönem memur olarak bizzat yaşamış... birisi olarak, -duygusal derecede çok sevdiğim- Osmanlı’nın son yıllarıyla ilgili bu yazdıklarımı -maalesef- teyit ediyor, hatta yer yer ‘daha fazla başlıkların olabileceğini’ düşünüyorum.
Diğer taraftan -günümüze ve geleceğimize ışık tutmak üzere, her türlü ön yargı ve sübjektifliklerden uzak kalarak- çok ciddi, çok yönlü araştırma ve analizler gerektiren bu meselenin, gayretli tarihçiler ve akademisyenlerce daha fazla ele alınmasının, dönemle ilgili kürsülerin, enstitülerin kurulmasının... çok faydalar sağlayacağı kanaatindeyim.
***
Eşkıyalık meselesini şöyle noktalayalım: Yukarıda özetlenen Osmanlı’nın son ‘hastalıklı’ durumu nedeniyle, bütün bölgelerde birçok eşkıya çetesi (taifesi) türemişti. Ancak savaş bitip de Cumhuriyet kurulduktan itibaren, 3-5 sene içinde hemen hepsinin varlığına son verilmiştir. Vaz geçip teslim olmayanlar, devletin legal güçleri tarafından ‘etkisiz hale’ getirilmiştir. Tabii ki bu; “Osmanlı dönemi için anlatılan olumsuzluklar hemen giderildi de bu başarı sağlandı...” demek değildir. Ancak birçok alanda, yavaş da olsa, gecikmeli de olsa olumlu evrilmeler olmuştur; sanayi yavaş da olsa gelişmiş, tarımda gecikmeli de olsa teknoloji kullanılır olmuş, 1938 ve sonrasındaki 2. Dünya Harbi tedbirlerine bağlı sıkıntılar hariç, vergilerde kısmi rahatlık sağlanmış, askerlik süresi eskiye göre ve kademeli olarak oldukça kısaltılmış ve -sık sık değişikliğe uğrasa da- (1) kanunlar uygulanarak istikrar sağlanmıştır.
(1): 1927’den bu yana, askerlik kanunlarında 29 sefer değişiklik yapılmıştır. 1950-1960’larda, kara ve hava sınıfı 2, jandarma 2.5, denizciler ise 3 yıl askerlik yapıyordu. Yedek Subay askerlik 1970’de, 24 ay iken 18 aya idi. (95. Dönem Muhabere Yd. Sb. olarak 24 ay askerlik yapan son tertipten birisi de bendim.)
Hasan KUTLUTAŞ