SABIR NUMUNESİ BİR KULUN YAŞADIKLARINDAN ÖZETLEME
*MS. 570, doğumundan iki ay önce babası Abdullah vefat etmişti, dolayısıyla yetim birisi olarak dünyaya geldi.
*570-575, hayatının ilk beş yılını, anne kucağından uzak, verildiği süt annesinin yanında, çöllerde, bedevilerin arasında, imkânları kıt ve zorlu bir hayatı onlarla paylaşarak, süt kardeşleriyle koyun güderek geçirdi.
*576, altı yaşında annesi Amine ile, babasının kabrini ziyaret ve dayı tarafıyla tanıştırılmak için gittiği Medine’den Mekke’ye yola çıktıklarında, yanında ve –yıllar sonra da olsa- koşup oynadığı, sarılıp öptüğü, onun sıcaklığınının mutluluğu ile dolup taştığı bir sırada, kafilenin konakladığı Ebva Köyü’ nde annesi hastalandı ve az bir zaman içinde vefat etti. Doğduğunda babası vefat etmiş olan o, henüz altı yaşında iken annesini de kaybederek aynı zamanda öksüz kalmış oldu. Annesi ile yola çıkıp, annesiz olarak Mekke’ye dönen o, dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi.
*578, iki yıl sonra, babasız ve annesiz kalınca kendisini şefkat kanatları altına alan dedesi Abdülmuttalip vefat ettiğinde ise sekiz yaşında idi. Bu defa kardeşinin öksüzü, yetim yeğenini amcası Ebu Talib yanına aldı.
*580 -582, on on iki yaşlarında iken çobanlık yaptı, Mekkeliler’in koyunlarını güttü ve yanında kaldığı amcasının evinin geçimine katkı sağladı.
*598, ilk evlat acısını tattı; ‘Ebu’l Kasım’ olarak künyesinde kullandığı oğlu Kasım iki yaşında iken vefat etti.
*612, ikinci defa evlat acısını tattıran oğlu Abdullah henüz 18 aylıkken vefat etti.
*621, kendisini sekiz yaşında iken himayesine alan, bakıp büyüten, ona baba sevgi ve şefkatini aratmamaya çalışan, evlendirip yuvasını kuran sevgili amcası Eu Talib vefat etti.
*621, amcası Ebu Talb’den sadece üç gün sonra, 25 yıllık sevgili eşi, hayatta en büyük dayanağı, yürüttüğü yüce davasında en büyük destekçisi, çocuklarının annesi Hz. Hatice vefat etti. 620, onun için bir ‘hüzün yılı’ olarak tarihe geçti.
*622, uğradığı nice hakaret ve zulümlerden sonra, kendisi hakkında amansız düşmanlarınca ölüm kararının alındığını duyması üzerine doğup büyüdüğü, 52 yıldır yaşadığı ve duygularını; "Vallahi, sen Allah'ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah katında en sevimli olanısın. Bana, senden daha sevgili, daha güzel yurt yoktur. Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden başka yerde yurt, yuva tutmazdım." diyerek dile getirdiği ana vatanı Mekke’yi terk ederek, Medine’ye göçmek mecburiyetinde bırakıldı.
*624, acılarına bir yenisi eklendi, ikinci kızı Hz. Rukiyye 22 yaşında vefat etti.
*625, sevgili amcası Hz. Hamza Uhud’da şehit oldu, kendisi de düşman kılıçlarıyla alnından, yüzünden yaralandı, mübarek dişleri kırıldı.
*626, sekiz aylık hanımı Hz. Zeynep bint Hüzeyme 30 yaşında vefat etti.
*630, ilk kızı Hz. Zeybep, 29 yaşında vefat etti.
*630, aynı yılda üçüncü kızı Hz. Ümmü Gülsüm de 26 yaşında iken vefat etti.
*632, üçüncü ve son oğlu İbrahim 17 aylıkken vefat etti. Altmışı geçkin ileri bir yaşında, önce doğup vefat eden iki oğlundan sonra üçüncü ve son oğlu İbrahim’i can vermekte iken kucağına aldı ve iki mübarek gözünden yaşlar boşandığında, “sen de mi ağlarsın ya Resullaah? diyenlere; "Göz ağlar, kalp üzülür; ama biz yüce Rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz.” cevabını vermişti. Mezara koyarken de; “Vallahi ey İbrahim, biz senden ayrılmakla çok üzgünüz." buyurdu. Sonra da karşısındaki dağa: "Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı muhakkak yıkılıp gitmiştin! Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: (“inna lillahi ve inna ileyhi raciun” / Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na dönücüleriz) deriz" buyurmuşlardı. O seçkin insan, en üzüntülü gününde bile ümmetine yol göstermeye devam etmişti; Bu ölüm karşısında yüksek sesle ağlayıp sızlananları, "Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryat ve figan ise şeytandandır." diye ikaz etmişti. Aynı gün vuku bulan güneş tutulması ile İbrahim’in ölümü arasında irtibat kuranlar olduğunu görünca de, “güneşin veya ayın bir kişinin ölümü için tutulmayacağını” belirterek, ashabına önemli bir ders vermişti. (13)
O bir Peygamber ve devlet başkanıydı ama ailesinin evinde üç ay geçtiği halde ekmek pişirmek için ateş yanmadığı olurdu, buğday ekmeğini hayatı boyunca üst üste hiç doyarak yememişti.
Bir gün odasına giren Hz. Ömer, bir yanında işlenmiş bir deri, diğer tarafında küçük bir arpa torbasını, döşek olarak yattığı hasırın da vücuduna iz yaptığını görmesi üzerine ağlayarak; “Ey Allah’ın elçisi! İranlılar imparatorlarını saraylarda yaşatırken, Bizanslılar Kayserlerini lüks ve ihtişama boğmuşken, sen ki Allah’ın elçisisin… İzin versen de biz de seni…” derken el işaretiyle sözünü kesip, “(Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!” (Ankebût S./64) ayetini okuduktan sonra da; “İstemez misin ey Ömer? Dünya onların olsun, ahiret de bizim olsun!” buyurmuşlardı. (10)
Hayatı baştan sona ibret ve derslerle dolu dolu geçmiş olan bu kul, Allah’ın elçisi olan ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği Hz. Muhammed’den (sav) başkası değildi.
Günlük konuşmalarda kullanılan ‘Peygamber sabrı’ darb-ı meseli buradan geliyor belki de. ‘Sabır numunesi’ vasfı en çok da bu kula yakışmıyor mu?
Hasan KUTLUTAŞ