SURİYE İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER COĞRAFYASI NÜFUS YAPISI TARİHİ
A)SURİYE’NİN COĞRAFYASI:
Yüzölçümü 185 bin metrekaredir. (Türkiye’nin dörtte birinden biraz küçük.) Türkiye’nin güney komşusudur ve 911 km.lik bir sınır uzunluğu vardır. Diğer karasal komşuları; Irak, Ürdün, Filistin, İsrail ve Lübnan’dır. Ayrıca Doğu Akdeniz’de 193 km.lik bir kıyı şeridine sahiptir.
Başşehri Şam, diğer önemli şehirleri; Halep, Hama, Humus, Lazkiye ve Tartus’tur. Son ikisi aynı zamanda liman kentleridir. Ülkenin üçte biri çöl ve dağlarla, bu dağlardan da sadece Akdeniz’e yakın olan kuzeybatı bölgesindekiler ormanlarla kaplıdır. Üçte biri ekime ve hayvancılığa elverişsiz çöl ve otlaklarla, kalan üçte biri de tarıma elverişli arazilerden oluşur. Verimli bölge, kuzeydoğudaki ormanlık dağlardan sonraki adı geçen büyük şehirlerin de olduğu topraklardır. Daha doğu bölgeler ise, Fırat nehrinin de içinden geçtiği geniş ve verimsiz çöl alanlarıdır.
Ülkenin en önemli akarsuyu Fırat Nehri’dir. Fırat Türkiye’den doğar, 1270 km. yol kat ettikten sonra Şanlıurfa’dan Suriye’ye geçer, Medayin yakınlarından da Irak’a girer ve Basra Körfezi’ne dökülür. Toplam uzunluğu 2935 km.dir.
Suriye, tabii kaynaklar bakımından fakirdir. Ülkenin kuzeydoğu ve doğu bölgelerinde bir miktar petrol ve doğalgaz rezervleri varsa da komşuları Irak ve S. Arabistan’la kıyaslanamayacak kadar azdır. Ekonomisi tarıma dayalıdır. Elverişli arazilerde daha çok tahıl çeşitleri, meyve, sebze, zeytin, tütün, pamuk, pirinç ve şekerkamışı yetiştirilir. Sulamalı tarım gelişmemiştir. Hayvancılığın da gelişmediği ülkede en çok deve, eşek, keçi, koyun, sığır yetiştirilir.
2011 iç savaşından önceki verilere göre; Arap ülkeleri içinde Mısır’dan sonra sanayisi en gelişmiş ikinci ülkedir. Başlıca üretimleri; dokumacılık, tekstil, çimento, yağ, şeker, mobilya, süs ve cam ve eşyaları ile kimya ürünleridir. Önemli diğer gelir kaynakları; Irak petrollerinin Akdeniz’e ulaşımından ve diğer transit geçişler ile turizmden elde edilenlerdir.
İhracatın ithalatı karşılama oranı, yarı yarıyadır.
Para birimi: Suriye Paundu’dur.
- B) SURİYE’NİN NÜFUSU VE SOSYAL YAPISI:
Suriye’nin resmi adı; Suriye Arap Cumhuriyeti’dir. Başşehri Şam olup, idari olarak 14 vilayete bölünmüştür.
İç savaş (2011) öncesi nüfusu, yaklaşık 23 milyon idi. Halen, yani 2019 yılı itibariyle 3.8 milyonu Türkiye’de olmak üzere 6-7 milyon Suriyeli komşu veya başka ülkelerde mülteci durumundadır. Nüfusun %83’ü (Sami ırkından) Arap, %7’si Kürt, %6’sı Türk, %4’ü de Ermeni ve diğer etnik guruplardandır. Resmi dili Arapça’dır.
Suriye’nin dini inanç dağılımı da şöyledir: %81 Sünni Müslüman, %10 -12 Nusayri Müslüman (1), %6 Hristiyan, %3 Dürzi (2), %’2-4’ü de İsmaili Müslüman ve diğerlerindendir. Sünni Müslümanlar kısmen Şafii kısmen de Hanefi mezhebine mensupturlar.
Genel ve ortak kültüre katkı maksadıyla hazırlanan; Suriye’de kurdukları azınlık yönetimiyle en etkin gurup olan Nusayriler’in ve siyasi tercihleriyle bölge coğrafyasının en önemli aktörlerinden olan Dürziler’in mezhep inançlarının ve demografik yapılarının özeti şöyledir:
a.Nusayrilik: 9.yüzyılda, Ebu Şuayb Muhammed bin Nusayr (ölüm tarihi:883) kurmuştur. Mezhebi sistemleştiren ise, Kitab-ül Mecmu’nun yazarı Hüseyin bin Hamdan el Hasibi’dir. (ölüm tarihi:969)
Nusayrilik, ağırlıklı olarak Şiiliğin özelliklerini taşır. Ancak mutedil Şiilerin kabul etmeyip ‘Gulat-ı Şia (aşırı ve sapkın)’ saydıkları, hemen bütün Alevi guruplarca da dışlanan bir koldur. “Arap Aleviliği” olarak nitelendirilmelerinin yanında, “Fellah” (toprak zenginlerinin yanında, geçim temini karşılığı çalışan ırgat) dendiğinde de, çoğu zaman Nusayriler kastedilir.
Tarihin birçok -özellikle Eyyubiler (1171-1260), Memluklar (1260-1517) ve 1516 sonrası Osmanlı İmparatorluğu - dönemlerinde baskı altında yaşadıklarından, takiyyecilik (gerçek düşünceyi saklamak) mezheplerinin en önemli prensibi olarak benimsenmiştir. Nusayriler devletin denetim ve himayesinde kapalı bir toplum iken, ilk defa Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit’çe, -bir taraftan ‘Sünnileştirme’ politikası uygulanırken diğer taraftan da- asker olma ve devlet dairelerine girme imkanına kavuşturulmuşlardır. 1920’de Suriye’yi işgal eden Fransızlar da Nusayriler’e yakınlık göstermişlerdir.
Bu gelişmeleri değerlendiren Nusayriler, özellikle BAAS Partisi ve silahlı kuvvetlerde kadrolaşarak; 1955’de Suriye ordusuna katılıp, Hava Kuvvetleri’nde filo komutanı iken 1961’de ordudan atılınca BAAS Partisi’ne giren ve 1966’da, 36 yaşında Savunma Bakanı yapılan Hafız Esed liderliğinde, 1970’teki askeri bir darbe ile Suriye’de ‘aşırı baskıcı azınlık diktatörlüğünü’ kurmayı başarmışlardır.
Ülke nüfusunun %10-12’sini (değişik kaynaklarda en fazla %15’ini) oluşturan Nusayriler, Suriye’de daha çok Lazkiye, Cebel-i Nusayriyye denen dağlık bölgede ve başkent Şam’da yaşarlar. Suriye’nin dışında, 10-15 bin kadar Kuzey Lübnan’da yaşayan Nusayri vardır. Nusayriler’in bulunduğu üçüncü ülke Türkiye’dir; Hatay, Adana, Mersin’de yaşayan yaklaşık 150-200 bin Arap asıllı vatandaşın Nusayri inancına sahip olduğu tahmin edilmektedir.
Nusayrilik, kendi içerisinde de çeşitli fraksiyonlara ayrılmış olsa da genellikle; Müslümanlığın Şii İsmaili inançlarını benimsemiş olan bir mezheptir. Tarih boyu içe kapalı yaşadıklarından, inanç esaslarıyla ilgili sağlıklı bilgilere çoğu zaman ulaşılamamıştır. Ancak son asırda, gerek kendi kaynaklarından, gerekse uzmanların yaptığı araştırmalardan anlaşıldığı kadarıyla; İslam öncesi din ve İslam dışı kültürlerden (Maniizm, Budizm, Sabiilik, Yahudilik, en çok da Hristiyanlık’tan...) bol miktarda ritüeli kendi inançlarına katmışlardır. Diğer taraftan mezhebin kurucusu Muhammed b. Nusayr’dan sonra oluşumun başına peşpeşe geçen iki liderin de Farisi asıllı olması, ‘İran tasavvufu’ dahil, birçok Farisi geleneğin bünyeye girmesi sonucunu vermiştir.
Takiyyeciliğin yanında (Kur’an ayetlerine, açıkça ifade edilenin ötesinde görülmeyen manalar yükleyen) ‘Batınilik’e de çok önem veren Nusayrilik’te İslam dininin bütün temel inançları (Allah, Hz.Muhammet, Kur’an, Kader, Hac, Namaz, Oruç v.s.) vardır. Ancak, hemen tamamında -Batıni görüşle yaklaşılmasından ve İslam dışı birçok din ve kültüre açık olmaktan kaynaklanan- ciddi mahiyet farklılıkları olduğu tespit edilmektedir. Mesela; Uluhiyete Hz. Ali’nin ve Muhammed b. Nusayr’ın ortak edilmesi veya Muhammed b. Nusayr’ın peygamber olduğuna inanılması, Kur’an yerine daha ziyade, birçok Kur’an ayetlerinin de karıştırıldığı Kitab-ül Mecmu’nun okunması, batıni tevil ve tefsirlere bağlı olarak ibadetlerde zamanlama, sayı ve şekil yönünden önemli farklılıklar görülmesi... gibi. Nusayrilerde Reenkarnasyon’a (ruhların, ölen bir insandan sonra bir başka insan veya hayvanda tekrar yaşaması) dair yaygın bir inanç varlığı sözkonusudur. Bu inancın beraberinde, iyiliklerin ve günahların karşılığı olan cennet ve cehennemi de; “cennetlik insanların ruhu iyi ve huzurlu insanlara, cehennemliklerinki ise; dertlerle muzdarip, sıkıntılı insanlara ya da kötü hayvanlara geçerek... karşılık bulacağına” inanılır. b.Dürzilik: 11.yüzyılın başlarında, Mısır’da, Fatımiler’in (909-1171) 6. halifesi Hakim Biemrillah’ın (996-1021) döneminde ortaya çıkmıştır. Şia’nın İsmaililik kolundan ayrılma, Hakim Biemrillah’ın ilahlığını esas alan dini ve siyasi nitelikli bir mezheptir. .
Mezhebin fikir öncüleri; El- Fergani, Anuş Tekin ed-Derezi ve Hamza bin Ali’dir. İlk ikisi erken yaşlarda ölünce, esas şekillendirme, sistemleştirme, yaygınlaştırma işi Hamza bin Ali tarafından gerçekleştirilmiştir. ‘Dürzi’ ismi, Anuş Tekin ed-Derezi’ye atfendir, ancak mezhebin fiili kurucusu olan Hamza bin Ali, daha sonraki eserlerinde Derezi’yi; “dinden çıkmış bozguncu ve münafık...” ilan etmiştir. Mezhep müntesipleri Derezi’yi hiç sevmedikleri ve de onun ismiyle anılmaktan hoşlanmadıkları, hatta ‘hakaret’ kabul ettikleri halde, yaygın kullanımını engelleyemedikleri gibi, bu ismi zamanla kendileri de kullanır olmuşlardır. (Anadolu’da da, kızılan, hareketleri beğenilmeyen kişilere bazen “dürzü” denir. Osmanlı döneminden kalma bu sıfatın kelime manası kullananlarca bilinmez ise de, bir ‘olumsuzluk’ ifade ettiği aşikardır. Çok büyük ihtimal olarak da, konumuz olan Dürzi’lik kültüründen alıntıdır.) Halife Hakim Biemrillah, 11 yaşında Fatimi Devleti’nin başına geçmiş ve 25 yıllık iktidarında halkın içinde ve onlara karşı merhametli, yönetimde olanlara ise çok acımasız davranmıştır. Giydiği yün elbiseyi yedi yıl hiç değiştirmemesi, çarşı pazarı tek başına, bindiği eşekle dolaşıp denetlemesi... gibi alışılmadık hareketleri vardı. Son yıllarında, geceleri yalnız başına, Kahire yakınlarındaki Mukatta Dağı’na çıkardı. 37 yaşında iken, bir gece yine o dağa çıkmış ve dönmemiştir. Günler sonra öldürülmüş eşeği ile hançerlenmiş gömleği bulunduysa da sevenleri, kendisinin göğe yükseldiğine, kıyamet öncesi yeryüzüne dönüp mutlak adaleti sağlayacağına inanmayı tercih etmişlerdir. Bu alt yapı üzerine de Hamza b. Ali, halifeyi ilahlık seviyesine yükseltip, kendisini de peygamber ilan ederek Dürzilik mezhebini geliştirmiştir. Hakim’in sağlığında uluhiyet iddiasında bulunup bulunmadığı tartışmalı bir husustur.
Dürzilik, her ne kadar Mısır’da ortaya çıkmışsa da daha sonra oradan kovulmaları nedeniyle en çok Suriye, Lübnan taraflarındaki, insanlardan uzak dağlık bölgelere yerleşip, zamanla çevre aşiretleri arasında yayılmışlardır. Nitekim meşhur Canbolat ailesi 16. yüzyıldan itibaren mezhebi benimsediler ve günümüzde olduğu gibi tarihin uzun dönemlerinde hareketin liderliğini üstlenmişlerdir. Halen Suriye’de 300 bin, Lübnan’da 200 bin, İsrail’de -imtiyazlı statüde- 30 bin, A.B.D. ve Güney Amerika’da 50 bin civarında Dürzi yaşadığı tahmin edilmektedir. En çok etkin oldukları ülke olan Lübnan’da okul, yurt, dernek faaliyetleri ve özel yargı kurumları... vardır.
Dürzilik Mezhebi, birçok inanç esasını Şii İsmailik’ten almıştır; Allah’ın sıfatları en geniş manasıyla kabul edilir, ahlaki standartlar yüksektir; zina, içki, faiz, yalan... yasaklar kapsamındadır. Ancak, Hakim Biemrillah’a Allah’ın hülül ettiğine inanırlar. Yani ilahlık atfderler. Sadece kendi inanışlarının doğru olduğu kanaatindedirler. Haramlar helaller ve ibadetler konusunda -gerek Sünnilere, gerekse Şiilere göre- farklı tercihlere sahiptirler. Ayrıca, fiziken her ölenin ruhunun bir başkasına geçtiğine, sadece Dürzilerle evlenme gereğine, Kur’an ve Sünnette bildirilen ibadetlere ihtiyaç kalmadığına... inanılır. Dürzilerin -cami yerine- günde üç defa (sabah, ikindi, akşam) ve Cuma, bayram günlerinde toplandıkları Halvethane’leri vardır. Dini yönden ana kitapları; çoğu Hamza b. Ali’ye ait olmak üzere, Dürzilik Mezhebi’nin dini esaslarına açıklık getiren risalelerden müteşekkil ‘Kitab’ül Hikme’dir.
Dürziler mezhepleri konusunda içe kapalı ve gizliliğe önem verirlerken, siyasi gelişmelerde de menfaatlerinin gerektirdiği duruma göre -bir bütün olarak- taraf olmaktan çekinmemişlerdir. Mesela; Haçlı Seferleri’nde Hristiyanlar’ın, önceleri Osmanlı karşıtlarının yanında iken Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanında Osmanlı idaresinin, 1. Dünya Harbi sonrası Fransa’nın tarafında yer almışlardır. 1921’de Fransa’nın himayesinde, kısa süre yaşatılabilen bağımsız bir emirlik kurmuşlardır. Yani Dürzi’ler sayısal güçlerinin ötesinde, Ortadoğu’da bir siyasal ve sosyal aktör olarak, devamlı rol almış bir topluluktur.
(NOT: Nusayrilik ve Dürzilik ile ilgili bilgiler için; 1- İslam Mezhepler Tarihi, Grafiker Yayınları, 2018, Prof.Dr. Mazlum Uyar ve Doç Dr. Ahmet Bağlıoğlu’nun makalelerinden, 2-İslam Mezhepleri Tarihi, Kayıhan Yayınları, 2018, Dr. Hasan Gümüşoğlu’nun kitabından yararlanılmıştır.)
- C) SURİYE’NİN TARİHİ:
Ortadoğu’nun ayrılmaz ve önemli bir parçası olması, ulaşım yolları üzerinde bulunması -ekonomik kaynakları kıt olsa da- Suriye’yi stratejik olarak önemli kılar. Bu nedenledir ki, tarih boyunca Arabistan Yarımadası’na, Irak’a, Anadolu’ya hatta Mısır’a hakim olan bütün siyasi veya kültürel yapılanmalar Suriye’ye ilgi duymuşlar veya hakimiyet oluşturmuşlardır.
Suriye İslamiyet’ten önce; Ameritler, Fenikeliler, İbraniler, Hititler, Medler, Persler, Makedonlar (Büyük İskender ve komutanları), Roma ve Bizans İmparatorlukları’nın yönetiminde kalmıştır. Birinci halife Hz. Ebu Bekir zamanında asker sevkiyatı yapıldıysa da, Suriye’nin İslam topraklarına kesin olarak katılışı, 635 yılında ikinci halife Hz. Ömer zamanında gerçekleşmiştir.
652 yılında, valisi olduğu Şam’da bağımsızlığını ve hilafetini ilan eden Muaviye Emevi Devleti’ni kurmuştur. 749’daki yıkılışına kadar Emeviler’in başşehri olarak kalan Şam ve de Suriye- o dönemde- ilimde, kültürde, mimaride, ekonomide... oldukça mesafe kat etmiştir.
Suriye, Emeviler’den sonra Abbasiler’in, 10. yy.dan itibaren Mısır’daki Şii Fatımiler’in,11. yy.da Selçuklular’ın, 1096-1170 arası Haçlı/Fatımi ittifakının, 1170-1260 arası Eyyubiler’in ve daha sonra 1516’ya kadar Memluklar’ın idaresinde kaldıktan sonra, Mercidabık Zaferini müteakip, Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na katılmıştır, 1918’e kadar tam 402 yıl Osmanlı Türkleri’nin idaresinde kalmıştır.
1860’tan sonra Suriye topraklarında batılı ülkelerin tesiri artmış, milliyetçi unsurlar desteklenmiş ve nihayet 1918’de İngilizler’in desteğiyle bağımsızlık ilan ettiyse de, Mondros Mütarekesi gereği bölge -Hatay dahil- 1920’de Fransız işgaline terkedilmiştir. Fransızlar bölgeyi, dini ve etnik unsurlara göre, sömürgeci zihniyetin tezahürü olarak altı idari bölgeye bölerek idare etmiş, bu dönemde; Ermeni, Nusayri ve Dürziler’e daha fazla arka çıkmışlardır.
1936’dan itibaren kademeli olarak haklar tanıyan Fransa, 1941 yılına gelindiğinde, 2. Dünya Harbi ortamında, nüfuzu altında kalmak kaydıyla Suriye’ye bağımsızlık hakkı tanımıştır. 1943’teki ilk seçimde Şükrü el-Kuvvetli cumhurbaşkanı seçildi. Ancak 1948’deki Arap-İsrail Harbi’nde yenilince, 1949’dan itibaren Suriye’ye, kurucuları “Arap milliyetçisi, sosyalist Müslüman ve Hristiyanlar’dan müteşekkil BAAS Partisi” idareye hakim oldu.
1958’de Suriye ile Mısır BAAS’çıları birleşerek ‘Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurdular. Ancak bu birliktelik üç yıl sürebildi. Suriye 1963’ten itibaren, muhalif görüşlere müsamaha göstermeyen BAAS Partisi’nin ‘tek parti otoritesi’yle yönetilir oldu.
İsrail’e karşı ikinci büyük yenilgiden sonra, Suriye’ye ait Golan Tepeleri 1967’den itibaren İsrail’in fiili işgaline uğradı.
1970 yılında ise; BAAS Partisine hakim olan ve askeri bünyede kadrolaşan Nusayriler, 40 yaşındaki Savunma Bakanı Hafız el-Esed liderliğinde, Suriye’de“aşırı baskıcı azınlık yönetimi”ni kurdular. Kısa zamanda Partide, orduda, istihbarat teşkilatında, ekonomide... bütün inisiyatifin Nusayriler’in eline geçti. Hafız Esed liderliğindeki Suriye; 1973 Harbi’nde İsrail’e karşı yine başarılı olamadı, 1976’da iç kargaşalara müdahil olup Lübnan’a asker sevk etti, 1982’de 25 bin kişinin hayatına mal olan ‘Hama Katliamı’nı yaptı, 1991’de Irak BAAS’çısı Saddam rejimine karşı Irak’ın işgali harekatında A.B.D. önderliğinde başlatılan ‘Çok Uluslu Güç’ün tarafında yer aldı.
Hafız el-Esed 2000 yılında ölünce Suriye’nin başına, İngiltere’de göz doktorluğu eğitmii alan oğlu Beşar Esed geçti. Beşar, ilk yıllarında ılımlı tutumlarıyla dikkat çekti. Ancak 2011’den itibaren, diğer Arap ülkelerinde de başgösteren “Arap Baharı” etkinlikleri dahilinde; “ekonomik istikrar, temel hak ve özgürlükler...” yönünde istekler dile getiren halkına karşı şiddet uygulamayı tercih etmiştir. Devletçe uygulanan bu şiddet sonucu; 2011’den itibaren 2018 sonuna kadar yarım milyondan fazla Suriyeli’nin katledildiği tahmin edilmektedir. Diğer taraftan altı milyona yakın kişi ülke içinde evini terk etmiş, ayrıca 3.8 milyonu Türkiye’ye olmak üzere, altı milyonu geçkin Suriyeli de komşu ve başka ülkelere sığınmıştır. Yani Suriye’de, ülke nüfusunun yarısını canından, malından, evinden, ülkesinden... eden, eski dönemin kat kat üstündeki aşırı baskıcı bir yönetim uygulaması halen devam ettirilmektedir.
‘HATAY MESELESİ’NİN ÖZETİ:
Türkiye’nin, Cumhuriyet dönemindeki en önemli harici meselelerinden birisi ‘Hatay Meselesi’ olmuştur. Mondros Mütarekesi’nde Fransa’nın nüfuz bölgesine bırakılan Suriye toprakları, 1920’de önce işgal edilmiş, Sevr Anlaşması sonrası da 1946’ya kadar geçerli olmak üzere Fransızlar tarafından; Şam, Halep, Lazkiye, Cebel-i Dürzi, Lübnan ve Hatay (İskenderun) adı altında, dini ve etnik yapıları esas alan altı uydu devlet yönetimine bölünmüştür. Ortadoğu’da en fazla etnik ve dini grupların yaşadığı Suriye bu uygulamaya müsait bir yapı arz ediyordu.
Fransa’nın bu dönemdeki baskıcı yönetimi, bölgedeki milliyetçi fikirleri daha da kuvvetlendirdi Bilhassa 1930 sonrası kargaşalar çıktı. Fransa’ya karşı yürüyüşler ve çeşitli tepkiler baş gösterdi. Bunun üzerine mecbur kalan Fransa, 1936’da Suriye’ye; dış işlerinde kendisine bağımlı olmak, ülkede iki askeri üs bulundurmak kaydıyla, kademeli olarak bağımsızlık hakkı tanıyan Visnot Anlaşması’nı imzaladı. Üç yıllık geçiş süresinden sonra ‘tam bağımsızlık’ verilecekti.
Bu ‘tam bağımsızlık’ sözü; 1921’deki Ankara Anlaşması’nda, ‘özel statü’ ile Suriye’ye bırakılan ve o tarihten itibaren Suriye Türkiye arasında hep tartışma konusu olarak kalan ‘Hatay Meselesi’ni tekrar canlandırdı. Bu konuya ciddi ağırlık koyan Türkiye; “Suriye’ye üç yıl sonra verilecek olan ‘tam bağımsızlık’ statüsünün ayrıca Hatay’a da verilmesini talep etti. Atatürk, ağırlaşan hastalığına rağmen, konuyu çok önemsemenin bir göstergesi olarak 1937’de Hatay’ı bizzat ziyaret etti.
Fransa, Türkiye’nin teklifini reddetti. Bunun üzerine Türkiye, Ankara Anlaşması ve diğer gerekçeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler Cemiyeti’ne başvurdu. BM. Cemiyeti, Türkiye’nin tezini haklı bularak, bölgenin “ayrı bir birim” olduğuna karar verdi. Bu kararda, yaklaştığı sezinlenen 2. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Almanya’nın tarafına geçmesini engelleme politikası da rol oynamıştır. BM.in bu kararından sonra; 5 temmuz 1938’de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı’nın komutasındaki Türk askeri birlikleri Hatay’a girmiş, Hatay halkı 2 eylül 1938’de, Fransız hakimiyetini tanımayan ‘Hatay Devleti’ni ilan etmiş, seçimlerini yapıp 40 kişilik ‘Hatay Millet Meclisi’ni oluşturmuşlardır. İlk ve son Hatay Cumhurbaşkanlığı’na Tatfur Sökmen seçilmiştir. 23 haziran 1939’da varılan bir anlaşma ile Fransa; Hatay üzerinde kendisine tanınmış olan bütün haklarından Türkiye lehine vazgeçince, altı gün sonra 29 haziran 1939’da, Hatay Millet Meclisi oylama yaparak ‘Türkiye’ye katılma' kararı almıştır. Müteakip dönemde bölgedeki Fransız şirketlerini Türkler satın almış, Hatay Türkiye’nin bir vilayeti olmuş, 23 temmuz 1939’da son Fransız askerleri de bölgeden ayrılmıştır. Böylece, Suriye’nin çok uzun yıllar kabullenmek istemediği, Atatürk’ün birinci derecede başarılı rol oynadığı ‘Hatay Meselesi’, cumhuriyet döneminin en büyük politik zaferlerinden birisi olarak tarihteki yerini almış ve Hatay, hep “anavatan” olarak gördükleri Türkiye’ye bağlanmıştır.
Hasan KUTLUTAŞ